Sayfalar

30 Eki 2011

40 sayısı ve Karantina

  
Karantina, bulaşıcı bir hastalığa maruz kalan şüpheli durumdaki insan ve hayvanları, hastalığın en uzun kuluçka devresine eşit bir süre kimse ile temas ettirmemek suretiyle alınan tedbirsel faaliyetlerin tümünü ifade eder, sağlık için yapılan bir nevi zorunlu tecrit, izolasyondur.
Veba, Ortaçağ toplumunda yaşamı alt üst etmiştir. Üç büyük salgın geçiren dünyada (Kara Avrupası-İngiltere-Çin) milyonlarca kişi ölmüştür. Boccacio, Decameron adlı eserinde “kara bela” (black plague) vebayı tanımlarken    bu felaket kadınları kocalarından ayırdı, kardeşleri birbirini terketmeye zorladı, anne ve babaları kendi çocuklarını tanımamaya zorladı” demektedir. Bu salgınlar sırasında hastalığın Doğu Akdeniz’den gelen gemilerde sıkça görülmesi üzerine, 1348’de Venedik yönetimi, önlem olarak hastalık taşıyan gemileri, insanları ve malları bir adada tutmak için “üçler komitesi” kurmuş , bu kurulun kurallarına uymayanlara ölüm cezası verilmiştir. Kurulun kurallarından en önemlisi gemilerin quaranti giorni  (40  gün) boyunca adada alıkonulmasıdır,  ayrıca yünlülerin güneşe serilip havalandırılması, hayvanların sirkeyle yıkanmasıda kurallar arasında yer almıştır. Böylece veba başta olmak üzere salgın hastalıklardan ölümü azaltmak mümkün olmuştur. İşte bu kırk günlük adada zorunlu alıkoyma kuralı, kısa sürede Avrupa denizciliğinde bir gelenek halini almış ve İtalyanca 40 anlamına gelen quarantina’dan türetilen  ve Türkçe’de  karantina” olarak kullanılan, eylemin tanımına uygun olarak isimlendirme yapılmıştır.
Tıp, tarih ve mitoloji” kitabında K.Özden, kırk sayısının yüzyıllar boyu belli bir inancı dile getirdiğini belirtir. Kırk sayısının eski çağlardan beri sırlar taşıdığına, uğurlu olduğuna inanılır. Karantinada kırk günün seçilmesi  rastlantı mı ?  yoksa bir büyü veya koruyucu etkisi düşünülerek bilinçli bir seçim mi ?  O günden bu güne kırk rakamının  bilimsel olarak özel bir öneme sahip olmadığı düşünülürse büyü ve koruyucu etkisi daha akla yatkın gelmektedir.
Hz İsa’nın çölde, Hz Musa’nın dağda inzivaya çekildikleri süre 40 gündür, insanların günahlarından arınma süreleri çoğu toplumlarda farklı dinlerde de olsa 40 gündür. Nuh tufanına neden olan şiddetli  yağmurlar 40 gün sürmüştür. Eski Ahid’de Hz Süleyman ve Hz Davut dahil İsrail Kralları 40’ar yıl hüküm sürmüşlerdir. Hz Muhammed 40 yaşında peygamber olmuştur. Hristiyanlık inancına göre Paskalya döneminde  40 gün boyunca hayvansal gıdaları yememek kaydı ile tutulan oruç “Büyük Perhiz” olarak bilinir. Benzeri dinsel örnekler çoğaltılabilir.
Ülker takımyıldızının 40 gün gözden kaybolması, Babilliler’den beri bilinmektedir.
Lohusalık denilen çocuğun doğumundan sonra annenin geçirdiği özel dönem 40 gündür.
Oğuz Kağan 40 günde büyümüş, destana göre büyüdüğünde verdiği ziyafette 40 masa-40 sıra yer alır ve ziyafet 40 gün-40 gece sürer.
Kırgızlar’ın Manas Destanı’nda 40 evden 40 çocuk alınır ,40 yiğit arkadaş olurlar. Kazak hükümdarı Sağın Han, bir sabah 40 cariyesi ile nehrin kenarına iner, bu cariyeler nehrin güzelliğine hayran kalıp parmaklarını suya daldırırlar, bunlardan 40 kız çocuk doğar, bu yeni nesle “kırk kızlar” denir ve bu söz” kırgızlar”a dönüşür.
Oğuz Türkleri'nin en bilinen epik destanlarından olan Dede Korkut hikayelerinde Boğaç Han’ın yarası  40 günde iyileşir. Deli Dumrul köprüden geçenden de, geçmeyenden de 40 akçe alır
Binbir gece masalları içinde yer alan öykülerden birisi de  Ali Baba ve 40 haramilerdir.
İslamiyet’te zekat,  malın 40’da biridir, ölen için 40. gün mevlit okunur, ”kırkaşı” denilen yemek verilir,  Alevi-Bektaşi inancında 40’lar meclisi vardır, tasavvufta 40 veli önemli rol oynar, bu velilere manevi bağ oluşturmak için “kırklara karıştı” denir. Hadis tarihinde “kırk hadis”lerin yeri  ve önemi çok büyüktür
Ömür boyunca çok nadir gerçekleşen bir olay için “kırk yılda bir” denir. Zor bir işin üstesinden gelmek için “kırk fırın ekmek yemek” gerektiği söylenir.
Kılı kırk yarmak, kırk tarakta bezi olmak, kırk dereden su getirmek, kırk takla atmak , kırk katır-kırk satır ikileminde kalmak, kırk gün-kırk gece eğlence yapmak,  bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olmak,  kırk yamalı bohça, kırk kapıda mandal olmak, bir kahvenin kırk yıl hatırı olması vb....
Görüldüğü gibi 40 sayısı, karantina için rastlantısal olarak belirlenen bir sayıdan çok daha fazlasını içermektedir. Dini, kutsal, tasavvufi  anlamlarından başka, astronomi, edebiyat, folklor ve  tarih ile yakından ilgilidir, ayrıca  geniş bir coğrafyaya yayılan kültürler içinde  yer alan geleneklerde yaygın olarak kırk sayısına rastlamaktayız.
Karantina ve kırk sayısının ilişkisini değerlendirdik, yorumlama sizlerin.



27 Eki 2011

HÂKİM ve HEKİM

 
Hekim... tabip.... doktor... Hekim, tıpkı hakîm gibi,  “hikmet'ten” geliyor, tabip de tıb'dan. Doktor akademik bir unvan, doğrusu “tıp doktoru” olmalı. Doktor latince öğretmen demektir.  Tıp doktoru olmak için 6 veya 7 yıllık bir tıp fakültesinde  tıp eğitimi almak yeterli.  Ama hekim olmak için yeterli mi ? Tıp tarihinde doktor'un geçmişi de yok geleneği de. Evet, doktorun, tıp doktorluğunun antik uygarlıklarda  adı bile yok. Hekimin  var.  Hâkim ise 4-5 yıllık hukuk eğitimi veya idari yargıda benzer eğitimleri alan kişilerin uyguladıkları meslektir. Geleneği  ve geçmişi, kadim uygarlıklarda yeri ve ağırlığı vardır.
Hekim ve hâkim,  mesleğini uygularken vicdani ve mesleki bilimsel kanaatine göre hareket eder. Hekimin ve hâkimin temel prensibi “kişiye önce zarar vermemek”,  sonra  da  en iyi faydayı sağlamaktır”. Bu ortak noktalardır hakîm ve hekimi aynı potada değerlendiren.
 Bilindiği gibi, bilgeliği (hikmeti) seven, bilgelikle (hikmetle) uğraşanlara, yani filozoflara hakîm denirdi.  Arapça kökenli  hâkim” günümüzde mahkemelerde  davaları  karara bağlayan, adalet dağıtan kişi yani yargıçtır. Hakîm (filozof) aynı zamanda hekim olmak zorundaydı. Hipokrat, Galen, Ebubekir el-Razî,  İbn-i Sina sadece 'hakîm' değil, aynı zamanda birer 'hekîm'diler. Bedenin bilgisine sahip olmadıkça ruhun bilgisine sahip olunamayacağına inanmışlardı. Bu nedenle iki bilim alanı felsefe ve tıp iç içedir. Tıbbın bir tarihi vardır. Ayrıca etik ve haklar açısından  tıp ve hukuk yan yanadır. Tıbbın bir sanat olduğunu 2500 yıl önce haykıran Hipokrat’tan bu yana tıp ile sanat da bir bütünün parçaları olmuştur.
İşte burada zorluk başlıyor. Hekim olmak için biraz filozof, biraz hukukçu, biraz tıp tarihçisi ve illa da sanatçı duyarlığına sahip olunması gereklidir. Aslında dozu daha az olmak üzere hakîm için de  aynı gereklilikler geçerlidir.  Ama gel gelelim,  ülkemizde tüm bu gereklilikler sağlansa dahi, hekim ve hakîm algılamasında özellikle ülke yönetim kademelerinde taban tabana zıt bir yaklaşımı gözlemlemekteyiz. Örneğin;  12 Eylül hukuku , tıp fakültesini bitiren her doktora iki yıl, uzmanlık eğitimini veya yan dal denilen üst ihtisasını bitiren her hekime ise ayrıca ek olarak iki yıl devlet hizmetini bir gece ansızın getirmiştir. Bu zorunlu hizmet süreleri  içinde hekimin diplomasına bakanlıkça el konulmaktadır. Yani mesleğini yapması engellenmektedir.  25 Ağustos 1981 tarihli “Bazı Sağlık Personelinin Devlet Hizmeti Yükümlülüğüne Dair Kanun” (yaygın adlandırmayla mecburi hizmet yasası) 1994 yılında kaldırılmışsa da, yakın zamanda,  Haziran 2005’ de,  hekimlere zorunlu hizmet getiren yasa yeniden TBMM'den geçerek yürürlüğe sokulmuştur. Yasaya göre, bundan böyle tıp fakültelerinden mezun olacaklar hekim açığı olan yerlerde bölgenin mahrumiyet derecesine göre 200 ile 500 gün arasında zorunlu hizmet yapacaklardır.
12 Eylül askeri rejiminin başkanı Kenan Evren "gönderdiğiniz hekimler burada durmuyor, kaçıyor" diye şikâyet eden vatandaşlara şöyle konuşmuştu: "O zaman ağaca bağlayın, kaçmasınlar" Hekimler için "bayrağın ucundan tut desen kaç para diye sorarlar nitekim "  gibi incilerine,  GATA mezunlarına hitaben yaptığı bir konuşmada "önce askersiniz, sonra doktor" sözlerini de eklediği  hatırlardadır. Bir hakîm için böyle fütursuz konuşmalar yapılamaz, iyi ki de yapılmamıştır.
Hakîm’e böyle bir zorunlu  görev yaptırmak sözkonusu olmadığı gibi  (ki  kesinlikle olmamalı), mahrumiyet bölgesi olarak kabul edilen bir yere ataması yapılan bir hakîm  istemezse  gitmeyebilir, bu davranışı nedeniyle diplomasına el konulmaz ve hukuk eğitiminin izin verdiği avukatlık, hukuk müşavirliği ve benzeri meslekleri yapabilir. Demokratik hukuk devletinde olması gereken de budur zaten.
O zaman hekimlere bu karşıtlık niye diye sormadan alamıyoruz kendimizi.
Günümüzde de hekimler üzerine yapılan haksız ve yersiz baskılar, suçlamalar ve yaptırımlar bu kutsal mesleği felsefi anlamda  ve algı olarak benzer nitelikte olan hakîmlik mesleğinden uzaklara savurmuştur ve ne yazık ki savrulma devam etmektedir. Üstelik bu olumsuzluklar demokratik bir iklimde, sorumlu mevkilerde  tıp doktoru olanlar tarafından yapılmaktadır. Zaten sorun da buradadır. Hekim olmak için tıp doktoru olmak yetmemektedir.






23 Eki 2011

YILAN : Tıbbın Sembolü

 
Yılan figürünün tıp sembolü olarak kabul edilmesi çok anlamlıdır. Çünkü yılan binlerce yıldır bir tür iyileştirme ve gençleşme  sembolü olmuştur.

Gılgamış Destanı Sümerlerin yazıyı bulduğu M.Ö. 3200 yıllarında kil tabletlere yazılana dek, 3-4 bin yıl kadar, söylenceler halinde kulaktan kulağa aktarılmıştır. Gılgamış’ın destansı efsanesine göre Uruk’un güçlü kralı Gılgamış gün geçtikçe zorbalaşır, halkına eziyet etmeye başlar. Bunun üzerine halk, tanrılardan, ona denk olan ve haddini bildirecek birisini yaratmasını ister. Bu isteği yerinde bulan tanrılar Gılgamış’a eşit güçte olan Enkidu’yu doğaya salarlar. Doğada hayvanlarla birlikte yaşayan Enkidu’nun gücü dilden dile yayılır ve Gılgamış’a kadar ulaşır. Enkidu, Gılgamış’la dövüşmeye Uruk’a gider. Dövüşürler ancak birbirlerini öldüremezler, tam tersine aralarında güçlü bir dostluk kurulur. Ancak tanrı İştar’ı kızdıran Enkidu hastalanır ve ölür. Gılgamış, dostunun ölümü ile kendi ölümlülüğünün de farkına varmıştır. Ölümsüzlük tanrısı Utnapiştim’e ulaşmak ve ondan ölümsüzlük otunun yerini öğrenmek üzere uzun ve zorlu bir yolculuğa çıkar. Sonunda ölümsüzlük otunun yerini öğrenir, onu ele geçirir ve bu zahmetin sonucunda dinlenmek için suya girer, yıkandığı sırada bir yılan ölümsüzlük otunu alır ve yer. Gılgamış bir hışımla yılana hamle yapar ancak yılan deri değiştirmiş ve kaçmıştır, kentine geri döner, ölümden kaçamayacağını anlamıştır. Bu söylenceden sonra, deri değiştirerek gençleşen ve ölümsüzlük otunu yiyen yılan ölümsüz kabul edilmiştir.
   
Bu efsanenin yaygınlaşmasından sonra Mezopotamya’dan başlayarak Anadolu yoluyla Avrupa’ya doğru tüm kültürlerde yılan, zehiriyle hem öldürücü hem iyileştirici bir yaratık olarak ilgi çekmiştir. Uzun yaşam hatta ölümsüzlük ve gençleşmenin sembolü kabul edilmiştir. Neden “yılan” sorusuna cevap olarak ilk akla gelenler; el ve ayakları olmadığı halde çok kıvrak ve çevik olması, birden ortaya çıkıp birden gözden kaybolabilmesi , hem karada hem suda hem de toprak altında yaşaması, sık deri değiştirip kendini yenilemesi ve böylece genç kalması, derisinin soğuk olması, tedbirli bir hayvan olup birisini sokmadan önce dikkatli davranması, hep tetikte bir hayvan olup gözünü hiç kırpmaması, etinin yüzyıllarca ilaç olarak kullanılması ve en önemlisi de hem  zararsız hem öldürücü olmasıdır.

Geç Neolitik çağda Niğde-Bahçeli yöresindeki kazılardaki (M.Ö. 5000 yılları) vazolarda tanrılarla birlikte yılan resimleri görülmektedir. Anadolu’dan taşınan inanç ve söylence, Grek ve Yunan medeniyetine de girmiştir. Yunan Mitolojisi’ne göre hekim-tanrı Asklepios’a ait olduğuna inanılan bir asanın etrafına dolanmış bir yılan kullanılmaktadır, ancak bu sembol, haber tanrısı Hermes’e ait olduğuna inanılan “caduceus”un etrafına dolanmış iki yılandan oluşmuş biçimiyle de kullanılmaktadır. Asklepios kültüne göre “hekimler yılan gibi dilsiz olacak ve hastalarının sırlarını kimseye söylemeyecek, işini sessizlik ve sakinlik içinde yapacaktır”.

Eski Mısır’da da yılan, ilahi bir varlık sayılmaktadır. Teb (Thebai) şehri Eski Mısır’ın en önemli sağlık merkezidir ve şehir kapısında iki adet büyük yılan heykeli vardır. Farsçaya “tıb” terimi Teb şehrinden geçmiştir ve günümüz Türkçesinde bu kelime “tıp” olarak kullanılmaktadır.

Sanat tarihçileri yılanın tıp sembolü olarak ilk defa Sümer’lerde kullanıldığını belirtmektedir. Sümer tanrılarından birinin adı Ningişzida’dır ve “Hayat Ağacının Hakimi” anlamına gelir, Ningişzida’nın sembolü ağaca sarılmış iki yılandır.

Bergama Asklepion’u girişindeki kabartmalı sütunda çift yılan kabartması vardır. Asklepion’ların açılışı için izin almaya gelen heyetlere, hekimlerle beraber kutu içinde bir yılan gönderme adeti vardır. Bergamalı Galen’in (Galenos) iyileşmeyeceği görüşüyle Asklepion’a kabul etmediği hasta, intihar amacıyla iki yılanın zehirlerini boşalttığı tastan içer, ancak ölmez, hatta iyileşmeye başlar. Galen’in tamamen iyileşen hastaya, “yılan zehrinin aynı zamanda şifa verici olduğunu düşünüyor ancak bunu hastalarda denemeye çekiniyordum, benim bu düşüncemi haklı çıkardın, bundan sonra Asklepion’un sembolü çifte yılan olacaktır,” dediği söylence olarak günümüze kadar gelmiştir.

 
Antik zamanın ünlü hekimi Galen’e göre, Pontus Kralı IV. Mithridates yılan zehirleri ile ilgilenmiş ve ölüm mahkumları üzerinde deneyler yapmıştır. Kral, mahkumun zehirli bir yılan tarafından ısırılmasına izin vermiş sonra da bazı tedavi denemelerinde bulunmuştur .

Roma dönemine ait mezarlar üzerinde yer alan yılan kabartmaları ölen kişinin doktor olduğunu belirtmek için yapılmıştır.

İbraniler Yehova’ya iman etmemelerinin cezasını zehirli yılanlar tarafından sokulmakla ödediklerinden Hz. Musa “tunç yılan” besledi ve onu bir asaya bağladı. Bu yılana bakan herkes iyileşiyordu.

Eski Türkler arasında da yılan sağlık ve mutluluk sembolü oldu. Sağlık kuruluşlarının kapılarında çifte yılan sembolü vardır. Anadolu’da Selçuklu Hastaneleri buna örnektir. X. yüzyıldan itibaren Türkler eski inanışlar doğrultusunda kale, han, saray gibi yapılardan içeriye kötülük, düşman ve hastalık girmesini önleyici bir tılsım olarak yılan veya ejder şekilleri kullanılmışlardır.

Yılan Kızılderili’lerden, Afrika’da Nijerya yerlilerine, Hintli Naga’lardan Amazon’daki yerlilere kadar doğurganlık, ölümsüzlük, sağlık, hekimlik, bilgelik, kehanet, fiziksel güç ve hız, ölü ruh taşıyıcılığı ve yer altı dünyasının sembolü olarak kabullenilmiştir.

Hem Maya, hem de Aztek kültürünün efsanevi kahramanı olarak kabul edilen beyaz renkli ve iri burunlu Quetzalcoatl’ın sembolü, şifa verici tüylü yılandır.

Avrupa’da yılanların birçok hastalığın tedavisinde ilaç ana maddesi olduğuna inanılmaktaydı. Bu çeşit ilaçların en meşhuru theriacum (tiryak) tır. Özetle yılan; gücü, kudreti ve koruyuculuğu simgelemekteydi. Zehri ile öldürücü olabiliyor ve kendisinden korku ile karışık bir saygı ile bahsediliyordu. Yazının bulunmasından çok önceki dönemlere ait olan eserlerde tanrı/tanrıça ve yılan motifleri bir arada bulunuyordu.

İ.Ü. Tıp Tarihi öğretim üyesi Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver ilk kez 1937’de hekimliğin sembolü olarak Çankırı Darrüşifası’nda bir taş üzerinde bulunan bir çifte yılanı önermiş, bizde kabul gören bu öneri, ancak 1956’da Dünya Tıp Cemiyeti tarafından tıbbın ve  hekimliğin sembolü olarak kabul etmiştir.


                                                 

21 Eki 2011

Aşil Sendromu (aşil topuğu efsanesi)

 
 Efsaneye göre, ‘Akhilleus-Aşil’ adıyla bilinen yarı tanrı, küçüklüğünde annesi  tanrıça Thetis tarafından koruma içgüdüsü ile  ayağından tutularak ölüler ülkesinin ırmağı Styx’e batırılır. Tam bu sırada Zeus’un gelmesiyle topuğu dışarıda kalan Aşil’in sadece topuğundan vurularak öldürülebileceği söylenir. Truva’ya kaçan Helena’yı geri almak için yapılan Truva Savaşı’nda  Helena’nın sevgilisi “ölümlü erkeklerin en güzeli” olarak bilinen Paris’in zehirli okuyla topuğundan vurulan Aşil, tek zayıf noktasından aldığı bu yara yüzünden can verir. Aşil’den dolayı, baldırın arka kısmındaki kas grubunun, topuk kemiğine birleşmesini ve ayağın aşağı-yukarı hareketini sağlayan yapı, “aşil tendonu” adını taşıyor. ''Aşil'in topuğu'' sözleri bizlere hep aynı şeyi söyler: Sahip olduğumuzu hissettiğimiz güç ne kadar büyük olursa olsun,  hepimizin bir zayıf noktası vardır.
Bir psikolog olan Petruska Clarkson “Aşil Sendromu”nun isim babasıdır. Clarkson, mitolojideki öyküler ve efsanelerdeki  karakterlerle özdeşleşerek yaşamın sorunlarına ilişkin düşünmeyi ve gerekli dersleri çıkarmayı,  yaşamın anlamını bulmak ve  yaşamlarımıza anlam katmayı, ortaya çıkan sorunlar ve ikilemleri  çözmeyi  insani  bir yol olarak görmektedir. Masalların ve eski öykülerin gündelik bilincimizi önemli şekilde etkilediğini ileri sürmektedir. Aşil gibi  ölümsüz bir kahramanın da zayıf noktası vardır ve ölüm onun için de geçerlidir.
“Aşil  Sendrom”lu hastalar, başkalarınca çok yetkin ve başarılı bulunan insanlardır, ama bunlar kendilerine başkaları kadar güven duymazlar, kendilerini başkalarının gördüğünden daha zayıf hissederler, bunun için daha çok çalışıp, daha çok enerji harcarlar, bu nedenledir ki gerginlik yaşarlar. Kendi aşil topuklarını gizlemek için bitkin düşerler, güçsüz kalırlar, çünkü kendilerine güvenleri yoktur.  Bu yönlerini gizleyebilmek için çeşitli savunma mekanizmaları geliştirirler, bu davranışlar onları bir takım sınırlama veya engellerle daha da zorlar. Aslında toplumca başarılı ve yeterli  bulunan bu insanlar kendilerini bu şekilde  görmezler, birgün gelip birilerinin kendilerine eksikliklerini söyleyeceklerine, zayıflıklarını  keşfedeceklerine inanırlar. Kendilerinde var olduğunu düşündükleri zaaflarını Aşil’in topuğuyla özdeşleştirirler.
Bu konuda çeşitli kitaplar yazılmıştır. Türkçe’ye çevrilen arasında Petruska Clarkson’un kitabının yanısıra Allan Megil ve Mario Rosa''nın yazdığı ''Aşil Sendromu'' kitapları ilk aklıma gelenlerdir.
Mesleğim  gereği çeşitli toplantılarda konuşmalar yaparım, özellikle paramedikal konuşmalarımdan sonra çevremde oluşan topluluklardan ilginç sözler duyarım, bu topluluklar arasında azımsanmayacak sayıda “aşil sendrom”lu kişilerle karşılaştım. Konuşunca bu kişilerin ne kadar yetkin, üretici  ve başarılı işler yaptıklarını gözlemlemekteyim, ancak bu insanlar hep geride durmaktadırlar, var olduğuna inandıkları Aşil topuklarını saklamak içgüdüsüyle öne çıkmamaktadırlar.
Keza mesleki kongrelerimizde de bazı meslektaşlarımızın ne kadar başarılı çalışmalar yaptığını görürüz ama onlar hep geri planda kalmayı tercih ederler. Bu durumu onların aşırı tevazu içinde olmaları veya bazı yalancı pehlivanların önüne geçme fırsatı bulamadıkları gerekçeleriyle açıklamak olası görülmüyor.  Böyle  aşil sendromlu” insanların daha iyi ve daha güzele ulaşmaları için bu sendromdan kurtulmaları, özgüvenlerini  kazanmaları, içlerindeki prangaları söküp atmaları gereklidir. Tabii bu konuda bizler gibi belirli yaş ve deneyime ulaşanların özellikle gençleri yüreklendirmeleri, her insanın aşil tendonunun olduğunu, önemli olanın bu tendonun varlığından çok,  fonksiyon görmesi olduğunu anlatmamız gereklidir.

Tıp ve Feminizm

İtalya, Ostia’da Isola Dell Sacra’da bulunan MÖ I. yüzyıla ait bir taş röliyefte tarihteki ilk feminist hareketin kahramanı yer almaktır.  Röliyefte bir ebe doğumu yaptırırken,  yardımcısı  hastanın arkasında iki eli ile  hastayı kavramış olarak, hasta doğum koltuğuna oturmuş görülüyor. Buradaki ebe Agdonice’dir. Bazen Andogike  olarak  isimlendirilen bu kişinin esas adı Scrionia Attice’dir. Agdonice bir Grek kadınıdır, fakat o dönemde tıp kadınlara yasak olduğu için saçlarını kestirir, erkek giysileri giyer ve Chalcedon’lu (Kadıköy) hekim Herophilus’un öğrencisi olur, tıbbı öğrenir.
 

Agdonis'i tasvir eden röliyef
 
Bir gün yolda yürürken doğum yapmakta olan bir kadının çığlığını duyar, o eve yönelip  yardıma koşar, ama onun erkek olduğunu düşünen evdeki kadınlar yardımı reddeder, bunun üzerine Agnodice eteğini kaldırır ve kadın olduğunu belirtir. Evdekileri hastaya yardım konusunda ikna eder ve  bu zor doğumu gerçekleştirir. Ancak hastanın kocası ve diğer kadınların erkekleri Agdonis’i suçlarlar, onun kadınları kandırdığını söylerler, doğruca mahkemeye çıkarırlar. Mahkeme kısa bir yargılama sonunda onu mahkum edecekken, Agdonice’i mahkemeye veren erkeklerin eşleri mahkemeyi basarak “siz bizim eşimiz değil düşmanlarımızsınız, çünkü bizim sağlığımızı düşünen bu kadını lanetliyorsunuz” derler. Ageorapus’taki mahkeme, bu karşı duruş karşısında  Agdonis’i suçsuz bulur. Bu olay bir kadın dayanışması hareketidir ve tarihteki ilk feminist başkaldırı olarak yer alırken,  “Agdonice”  kelimesi literatüre “namustan önce adaletolarak geçer.

17 Eki 2011

Edebiyatçılarda Bir Gizem: İNTİHAR

                                                                                            
Yaşam ile ölüm arasındaki ince çizgiye meslek yaşantım boyunca  sıklıkla tanık oldum. Dağ  gibi bir insanın volkan gibi yüreğinin son bir patlamayla sönüşünü ellerimin içinde hissettim. Prematüre denilen vaktinden birkaç ay önce doğmuş bir bebeğin, hekimlere nanik yaparcasına el başparmağını aç kurtlar gibi  emerek  yaşama nasıl asıldığını hayretle izledim. Beni artık yaşatmayın diye konuşan gözleriyle boynundan aşağısı felçli  yüzme takımındaki delikanlı ile,  ne olur beni bırakmayın yaşamak istiyorum diye fısıldaşan gözleriyle bakan, bir deri bir kemik kalmış,  doksanındaki  mide kanserli yaşlı amcayı aynı zaman diliminde izledim. Bu nedenledir ki bir intihar olayı duyduğumda veya okuduğumda alt üst oluyorum, beynimde karmakarısık rüzgarlar esiyor,  ince çizginin bu tarafına veya öbür tarafına düşmenin an meselesi olduğuna ve bu düşüşün, belki de  kişinin tercihinin dışında gerçekleştiğine inanıyorum.
Kendi kendini öldürme  anlamına gelen  Arapça kökenli bir kelime, “intihar”. Edebiyatçılar  neden intihar ediyorlar veya eserlerinde intihar olgusunu işliyorlar ?  Sınırlarını zorlayıp tükendikleri için mi,  yoksa yaşamın bir yük olduğunu hissetikleri için mi ?  İrade zayıflığı, kırılma noktası gibi açıklamalar  intihar için yeterli birer neden mi,  ya da  ‘cesaret ’ dedirtecek kadar  yüceltici   bir olgu mu ?  “...intihar, an geldiğinde mutluluğa bir yerlerde ulaşmak  arzusu mu,  isyan mı,  haykırış mı,  geride bıraktıklarına ceza mı ?... ya da,  yaşamın buza kesmiş gerçeklerinden kaynağını alan bir donma biçimi midir ?  şeklinde sorgulamaktadır intiharı  Selma Ağabeyoğlu.  Bu sorulara yanıt ararken aklıma hep Bukowski’nin mısraları gelir :

En iyiler genellikle intihar ederler,
sadece kaçmak için.
Ve geride kalanlar  asla tam olarak anlayamazlar;
neden biri onlardan kaçmak istesin ki!..

J.Paul Sartre’a göre “intihar var olmanın bir başka yoludur.”  A. Camus ise  gerçekten ciddi tek bir felsefi sorun vardır, intihar” demektedir.  Attila Jozsef,  anti-emperyalist bir söylemle mutlak karşıdır intihara;  bizi  yoksul ve tutsak kılanlara, bir zerresini  bağışlamam  yaşama  hakkımın”. Ernest Hemingway ilerleyen bir yaşında, umutsuz bir aşka kendisini kaptırıp bunun verdiği melankoliyle  intihar ederken, benzer bir durum yaşayan Goethe, intihar etmek yerine 'Werther' isimli romanını yazarak  melankolisini  üretime yönlendirip yaşamı tercih ediyordu.
 Jack London  kendi yaşam öyküsü olan ünlü romanı “İntihar" için , Irving Stone'a şu satırları yazmıştır: "İntihar’da gerçeği tüm çıplaklığıyla yazamadım. Yaşadım, çünkü bu kadarına cesaretim yoktu”. Bu roman içki tutkusu üzerine yazılmış sade,  gerçekçi, gerilim dolu belgesel bir romandır, romanda gerçek bir intihar olayı yoktur, ancak intihar olgusunu, tükenişi anlatır. İntihar burada bir metafor olarak kullanılmıştır. Benzer bir metaforu Shakespeare'in eserlerinde görüyoruz, Ortaçağ Avrupa’sında intihar ve cinayet aynı sözcükle ifade edildiğinden Shakespeare'in eserlerindeki elliden fazla karakter   intihar ederek ölmüş  görülmektedir.
California Eyalet Üniversitesi’nden James C. Kaufman, “Psikosomatik Dergisi”nde, yazarların doğum ve ölüm tarihleri ile ilgili bir çalışmasını geçtiğimiz yıllarda yayımladı.  Genel olarak yazarlar genç ölür,  hatta şairler,  daha genç ölür,  intihar eden şairler,  diğerlerine göre daha ayrık ve kendileriyle daha ilgilidirler demektedir  Kaufman.

Pennsylvania üniversitesinden Shannon Wiltsey Stirman  ise her ne kadar çoğu şair intihara teşebbüs etmemiş olsa da,  şairler arasında intihar oranının diğer edebi yazarlar ve genel nüfusa göre daha yüksek olduğunu  vurgulamaktadır.  Bu çalışmada, intihar eden şairlerin kariyerleri boyunca yazdıkları şiirlerde, intihar etmeyen şairlerden çok daha fazla oranda “ben, benim” gibi  birinci tekil şahıs kelimeleri  kullanmış oldukları saptanmıştır. Ayrıca intihar eden şairler şiirlerinde, “konuşmak, paylaşmak, dinlemek” gibi sosyal bağlantı içeren kelimeleri olabildiğince az kullanmış oldukları  belirlenmiştir. Bu çalışma için seçilen “intihar etmiş” şairler: John Berrymandi, Hart Crane, Sergei Esenin, Adam L. Gordon, Randall Jarrell, Vladimir Mayakovsky, Sylvia Plath, Sarah Teasdale and Anne Sexton. Eşleştirildikleri “intihar etmeyen” şairler ise: Matthew Arnold, Lawrence Ferlinghetti, Joyce Kilmer, Denise Levertov, Robert Lowell,  Osip Mandelstam, Boris Pasternak, Adrienne Rich ve Edna St. Vincent Millay’dir.

İntihar eden edebiyatçılar içinde iki kişi  ilgimi çok çekmiştir. Hekim olarak bu iki şairin ruh halleri  ile ağrı gibi fizyolojik bir rahatsızlık hissini duymamalarını anlayabiliyorum. Beşir Fuad ve  Sergey Yasenin.



İntiharı sırasında bile yazan, kağıdına sıçrayan kendi kanında ölümü anlatan Beşir Fuad’ın son satırları: "Ameliyatımı icra ettim.Hiç  bir ağrı duymadım. Kan  aksın  diye hiddetle kolumu kaldırdım. Ki “kâğıt dahi kanla mülemma” .
Sergey Yasenin ise kestiği bileklerinden akan kana kalemini bandırıp son şiirini yazdıktan sonra Leningrad’da bir otel odasında kendini kalorifer borularına asıp intihar etmiştir.

AYRILIK ŞİİRİ

Hoşça kal, dostum benim, hoşça kal artık,
Can dostum, seninle dolu gönlüm
Çok önceden belirlenen bu ayrılık
Buluşmayı vaat ediyor ilerde bir gün

Hoşça kal, dostum, el sıkışmadan, konuşmadan,
Hüzünlenme ve eğme kaşlarını, mutsuz,
Şu yaşamda yeni bir şey değil ki ölüm,
Ama yaşamak da yeni sayılmaz kuşkusuz.

Yasenin’in  ölümü üzerine  fazlasıyla etkilenen büyük şair Mayakovski  “Sergey Yesenin” adlı şiirinde şöyle seslenmiştir:

  
“Şu yaşamda en kolay iştir ölmek
   Asıl güç olan
   Yeni bir hayata
   Başlamak”




Ama ne büyük bir trajik paradokstur ki, Mayakovski de güç olanı başaramamış ve hayatına kafasına sıktığı tek bir kurşunla genç yaşta son vermiştir. Edebiyatın bu garip cilvesini, başka bir deyişle edebiyatçının  gizemini, Sylvia Plath- Nilgün Marmara ikilisinde de görmekteyiz. “Bir yaşamın bir düşe eklenmesiyle, bir düşün yaşamdan çıkarılmasının hiç bir ayrımı yok  diyen Nilgün Marmara Boğaziçi Üniversitesi’nde hazırladığı bitirme tezinde, intihar etmiş olan Sylvia Plath’ı  konu etmişti  ve  kendisi  de tez konusunun kahramanını model seçmiş ve intihar etmiştir. 


Yarı otobiyografik bir roman olan ve kendi depresyonu üzerine ayrıntılı bilgiler veren “Sırça Fanus” kitabının yazarı Sylvia Plath, kiraladığı evin eskiden İngiliz şair William Butler Yeats'e ait olduğunu öğrenmiş ve bunu iyi bir işaret olarak değerlendirerek, ikinci kattaki odalarında uyumakta olan çocuklarının yanına süt ve kurabiye bıraktıktan sonra, odalarının kapısını da içeri gaz girmeyeceğinden emin olmak üzere bantlayarak kapattıktan sonra  kafasını fırının içine sokarak intihar ettmiştir. Plath,  intihar ederek güçlü bir ruha sahip olduğunu göstermiş ve kendini edebiyat dünyasında tam da istediği gibi mitleştirmiştir.
İngiliz feminist, yazar, romancı ve eleştirmen Virginia Woolf , ceplerini taşla doldurarak kendini Ouse ırmağına bıraktığında 59 yaşındaydı. Mrs. Dalloway ünlü yazarın adıyla anılacak ‘bilinç akışı’ tekniğinin en başarılı örneklerinden biridir. Perde Arası romanını yazdığı sıralarda artık kendini yeterince yetenekli hissetmiyor, yeteneğini kaybettiğini düşünüyordu. Her gün savaş korkusu ve yeteneğini kaybetmenin vermiş olduğu stres, dehşet ve korku sonucu ruhsal bunalıma girmiş, içinde bulunduğu duruma daha fazla dayanamayıp, evlerinin yakınlarında bulunan nehre ceplerine taşlar doldurarak atlayıp geride kardeşine ve kocasına yazılmış iki intihar mektubu bırakarak intihar etmiştir. Kocası Leonard Woolf’a  yazdığı mektup ünlü edebiyatçının içinde bulunduğu ruh durumunu çok güzel yansıtıyor, ancak  aklımıza gelen şu sorunun cevabını halen arıyoruz; yaşantısı ve verdiği eserlerle bu kadar güçlü bir karakter çizen kişi ile bu satırları yazan kişi nasıl aynı kişi olabilir ?

"Sevgilim, yine çıldırmak üzere olduğumu hissediyorum. O korkunç yeniden yaşayamayacağımı hissediyorum. Ve ben bu kez iyileşemeyeceğim. Sesler duymaya başladım .Odaklanamıyorum. Bu yüzden yapılacak en iyi şey olarak gördüğüm şeyi yapıyorum. Sen bana olabilecek en büyük mutluluğu verdin .Benim için her şey oldun. Bu korkunç hastalık beni bulmadan önce birlikte bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemezdim. Artık savaşacak gücüm kalmadı. Hayatını mahvettiğimin farkındayım ve ben olmazsam, rahatça çalışabileceğini de biliyorum. Bunu sen de göreceksin. Görüyorsun ya, bunu düzgün yazmayı bile beceremiyorum. Söylemek istediğim şey şu ki, yaşadığım tüm mutluluğu sana borçluyum. Bana karşıdaima sabırlı ve çok iyiydin. Demek istediğim, bunları herkes biliyor. Eğer biri beni kurtarabilseydi, o kişi sen olurdun. Artık benim için her şey bitti. Sadece sana bir iyilik yapabilirim. Hayatını daha fazla mahvedemem. Bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemiyorum."
Yaşayabilmeyi öğütleyen, “Yaşama Uğraşı”nı yazabilen Cesare Pavese de öğüdünü tutamayanlardandır. Altı yaşındayken babası beyin kanserinden öldü. Lisedeyken tek yakın arkadaşının intiharı, yine aynı zamanlarda başka bir öğrencinin kendini öldürmesiyle "intihar" onun için saplantı haline geldi. ...bir sanatçı için önemli olan yaşantı değil, iç yaşantıdır, buradaki iç yaşantı sanatçı duyarlılığıdır, o duyarlılık ki sanatçıyı öteki insandan ayırır” demektedir Pavese. Anti-faşist çalışmaları nedeniyle bir ara tutuklanan Pavese, Torino'daki bir otel odasında uyku hapı alarak intihar etti..
Pavese’nin söylediği sanatçı duyarlılığına en güzel örnek Stefan Zweig’ın günlüğünde yazılıdır:  ne olursa olsun mahvolduk, hayatlarımız onlarca yıl düzelmeyecek… Fransa’nın teslim olması yakın… bitti. Avrupa’nın işi bitti, dünyamız çökertildi.  İşte şimdi tam anlamıyla vatansızız.” Avusturyalı romancı, oyun yazarı, gazeteci ve biyografi yazarı olan Stefan Zweig,  Yahudi kökenliydi,  bu nedenle Nazilerin yakmaya başladıkları kitaplar arasında Zweig'ın eserleri de yer alıyordu. Gestapo'nun villasını basıp, silah araması üzerine Zweig ülkesini terk etmek zorunda kaldı ve İngiltere'ye,  Londra'ya yerleşti. Ancak, kendini burada da rahat hissetmedi. Avrupa’nın içine düştüğü durumdan duyduğu üzüntü ve yaşamındaki düş kırıklıkları nedeniyle 22 Şubat 1942de Rio de Janeiroda, karısı Lotte ile birlikte uyku hapı içerek intihar etti. Zweig’da Woolf gibi geride iki mektup bırakmıştı, pulları bile yapıştırılmış olan  mektuplarıdan birisi  şehrin Valisi'ne hitaben yazılmış  "deklarasyon"başlığını taşıyordu    :

"kendi isteğimle ve bilinçli olarak hayattan ayrılmadan önce, son bir görevi yerine getirmeğe kendimi mecbur hissediyorum: bana ve çalışmalarıma, böyle iyi ve konuksever şekilde kucak açan harikulade ülke Brezilya'ya içtenlikle teşekkür etmeliyim,  her geçen gün, bu ülkeyi daha çok  sevmeyi öğrendim ve benim lisanım konuşulduğu dünya, bana göre mahvolduktan,  ve manevi yurdum avrupa'nın kendi kendisini yoketmesinden sonra, hayatımı yeni baştan kurmayı daha fazla isteyebileceğim bir yer daha yoktu ama 60 yaşından sonra,  yeni baştan başlamak için özel güçlere ihtiyacım vardı,  benim gücüm ise,  uzun yıllar süren yurtsuz gücüm sırasında tükendi,  böylece, ruhsal çalışması,  her zaman en büyük sevinci ve bireysel özgürlüğü bu dünyanın en büyük  nimeti olan bu hayatı,  zamanında ve dimdik sona erdirmek bana daha doğru görünüyor, bütün dostlarımı selamlarım!  umarım, uzun gecenin ardından gelecek olan sabahın kızıllığını hala görebilirler!  ben, çok  sabırsız olan ben,  onların önünden gidiyorum."







Azımsanmayacak  sayıda edebiyatçının intihar ederek yaşamlarını noktaladıklarını biliyoruz, her bir ölümün kendine özgü perde arkaları mutlaka vardır, hepsinde farklı bir neden kuşkusuz vardır. Bazı intiharların kara mizah olarak nitelendirilebilecek  ironik yönleri dahi bulunabilir. Ancak her intihar, edebiyatçı için farklı bir gizem içerir. Bu iddianın en güzel kanıtı, intihar ederek ölümü zamansız seçen üç edebiyatçının bilmecemsi sözleridir.

* İntiharlar her akşam ıslak-yapışkan saçlarıyla girip odama paniğimden pay toplarlar  (İlhamiÇiçek)                                                                                   
* Yazık! Her şey ölecek demek ben ölürsem. Bu akşam beni bekleme, çünkü gece kara ve ak olacak   (Gerard De Nerval)

* Hayır, hiç kimse intihar kararına varamaz. İntihar bazılarında birlikte bulunur. Onların yaradılışında mevcuttur ve onun elinden kaçamazlar  (Sadık Hidayet)

Alper Akçam’ın dediği gibi, “ insanın kendine sunulmuş yaşam hakkını birey olarak geri çevirmesi, onun dışına çıkması anlamına gelene intiharın edebiyatla ilgisi, edebiyatın yaşamla ilgisi bağlamında özel açılımlar kazanır.....yaşamla ölümün arasında bir yerde, ölümden korkmadan, yaşayan edebiyat için var olmayı sürdüreceğiz sanırım" .




Edebiyatta "Ağrı ve Sızı" Kavramları


 
Ağrı, edebiyatta, bedendeki  fiziksel  acılar için somut anlamda kullanıldığı gibi, aşk ızdırabı ve ruhsal sıkıntı gibi soyut kavramlar için de kullanılır. Baş ağrısı ve diş ağrısı somut, kalp ağrısı soyut ağrılara örnektir. Ağrı Türkçe bir kelimedir. XI. yy  ait Divan ü Lügat-it Türk adlı sözlükte “ağrığ” ve “ağrığmak” olarak yer almaktadır.
Hekimliği bir sanat olarak tanımlayan MÖ V.  yy da yaşamış tıbbın babası kabul edilen Hipokrat, “ağrıyı dindirmek ilahi bir sanattır”  (divinum est opus sedare dolorum) diyerek hekimliğe kutsallık atfetmiştir.  İbni sina,  ağrıyı “bedene zararlı olanı hissetmektir” şeklinde tanımlar.
İnsan yaşamı boyunca ağrı ile sayısız defalar karşılaşır, doğururken, ölürken, hastalıkta, savaşta yaralıyken, barışta kaza geçirdiğinde ağrı insanı gölge gibi  izler. Anadolu’da yaygın bir söylem olan “azıcık aşım, ağrısız başım olsun” deyişi, sağlığın varlıklı olmanın önünde olduğunu vurgular. Başka bir anonim deyiş  ecel geldi cihane, baş ağrısı bahanedir. Bir diğer anlamlı söz de ağrıyı çeken bilir anlamında “en kolay katlanılan ağrı, başkasının çektiği ağrıdır”.
Shakespeare, “diş ağrısına katlanan, katlanabilen filozof gelmedi hiç” diyor. John Keats'e göre; "zevk zaman zaman gelen bir ziyaretçidir;  ama ağrı gaddarca bize sarılır kalır."
Edebiyatta bedensel ağrılar, somut anlamda çok fazla yer almazken, aşktan kaynaklanan ızdırap ve ruhsal durumdan oluşan acılar, soyut ağrı kavramıyla hem Türk hem de Batı Edebiyatı’nda genişce yer alır. Çünkü ağrı daha çok fizikseldir, acı ise ruhsal.
Çokca olan soyut ağrılara örnek olarak Halk Edebiyatı’ndan Erzurumlu Emrah’ın
El çek tabip el çek yaram üstünden,
  Sen benim derdime deva bilmezsin
  Sen nasıl tabipsin yoktur ilacın
  Yaram yürektedir sarabilmezsin”

dizelerini verebiliriz. Keza Divan Edebiyatı’ndan Fuzuli’nin  Aşk derdiyle hoşem,el çek ilacımdan tabip dizesi ile  19. yy şairi Şeref Hanım’ın dizeleri de verilebilecek örneklerdendir.
Bir başağrısı olurmuş gelicek vakti ,sebep,
  Çare ne olsa da Lokman ü Felatun mevcut

(ölüm vakti gelince, bir baş ağrısı bile ölüme neden olur, Lokman Hekim ve Platon gelse de engel olamazlar)

Çağdaş Edebiyat’tan ise Gülten Akın’ın aşağıdaki dizelerini verebiliriz :
Ağlama kız,deme incinirim yar yar,
  Ben ağlamam dağlar taşlar ağlasın,
  Körüm,çelimsizim,göğnüğüm,hastayım,
  Sebep olanları nerede bulayım.”


Daha nadir olan somut ağrılara örnek olarak , Halk Edebiyatı’nda Kul Hüseyin’in dizeleri  akla gelir:
“Yetmişinde ağrı iner dizine,
  Yetmişbeşinde duman çöker gözüne
  Sekseninde kimse bakmaz yüzüne,
  Baykuşlar oturmuş virana benzer”

Orhan Veli’nin “Kitab-i Seng-i Mezar” adlı şiirindeki Süleyman Efendi’nin nasırından çektiği ağrıyı hepimiz tebessümle hatırlarız. Aynı şairin gülümseterek düşündüren dizeleri ise :
Yollar ne kadar güzel olsa
  Gece ne kadar serin olsa
  Beden yorulur
  Baş ağrısı yorulmaz”

Mide kanseri olan Üsküdarlı Talat şiirlerinde ve kemik veremi olan Peyami Safa, ”9.Hariciye Koğuşu” adlı eserinde fiziksel ağrıları anlatmışlardır.
Şiir formatından  çok bestelenen şarkısıyla tanınan, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun “Zindanı Taştan Oyarlar” adlı şiirinde ağrı-sızı-acı içiçedir.

sılanın ufak tefek yolları
ağrıdan sızıdan tutmaz elleri
tepeden tırnağa şiir gülleri
yiğitim aslanım aman burda yatıyor
........................
bugün burdaysa şiirin yarın çin'dedir
acısıyla sızısıyla alnının kara yazısıyla
bir  yanı nur içinde tertemiz
bir yanı sızım sızım sızlayan memleketimiz içindedir

Yukarıdaki satırlar gibi  notalara bürünen iki şiir daha vardır,ağrı kavramını içeren:

beni  en güzel günümde
  sebepsiz bir keder alır
  bütün ömrümün beynimde acı bir tortusu kalır
  ne kışı ne yazı isterim
  ne bir dost yüzü isterim
  hafif bir sızı isterim
  ağrılar, acılar gelir”

  (Sabahattin Ali)
 
Ve,

“olmasa mektubun
 yazdıkların olmasa
 kim inanırdı
 senle ayrıldığımıza
 sanma unutulur
 kalp ağrısı zamanla
 her şeyi unutarak
 yaşanır sanma”

 (Murathan Mungan)

Murathan Mungan  dizelerinde ağrıyı manevi anlamda kullanır, Sabahattin Ali ise sızıyı ağrı ve sancılarına yeğler, ancak ansızın gelen ağrılarından yakınır.

Behçet Necatigil, “uzaklık” adlı şiirinde hem soyut, hem de somut anlamda ağrıyı kullanmaktadır.
Biliriz bir beden ağrısı
 İlacı var
 Yeri orası
 Azalır, çoğalır arasıra
 Bir sancıya ruhta
 İlacı yok
 Yersiz, zamansız
 Alışmak
 Yaklaşmak  olanaksız
 Haset bir ceset gibi aranızda
 Bir tabutta
 Sırtüstü yatacaksınız
 Silecek bir silgi olsa
 Unuturduk  acı anıları,
 Koyulaşan çizgiler
 Ne yapmalı ?”

İki büyük ozandan iki örnekle yazımızın bu bölümünü noktalayalım.
Hastaysam hastalığım benim
 Size ne benim hastalığımdan ?
 Başım ağrıyor zindan gibi
 Çok sigara içerim”

(Cahit Külebi – Kendimce)

“Hastalar
  Kardeşlerim
  İyileşeceksiniz
  Ağrılar, sızılar dinecek
  Yumuşak
  Ilık
  Bir yaz akşamı inecek
  Ağır yeşil dalların ardından rahatlık”

(Nazım Hikmet – Mesaj)



Nurullah AtaçGünlerin Getirdiği”nde şikayet ettiği ağrısını şöyle anlatır: “ önce evde, sonra hastanede romatizmadan haftalarca yattım. O ağrıları eskiden de çekmiştim ama böyle uzun sürmemiş,  böyle şiddetli olmamıştı. Ölümlü hastalık değildir, ama acısına dayanmak zor; hele uykusuzluğu, insanda takat komuyor. İlk günler aldırış etmeyim,  kendimi dinlemeyim dedim; şikayet etmemeğe, inleyip bağırmamağa çalıştım. Olmadı.     En çok sağ kolum sızlıyordu; onu, yıllardır alışık olduğum gibi, yastığımın altına alarak  yatamadım; ben de insanların çoğu gibi sol elimi kullanmasını bilmem, en küçük işlerimde, cigaramı yakmakta, bir bardak su içmekte zorluk çektim. Ağrı duydukça sinirlendim, sinirlendikçe ağrılarım arttı. Kendimi tutamaz oldum. Doğrusu, inleyip bağırmakta da insanı biraz olsun avutan bir şey var.

Pankreas kanserinden ölen ve ağrıların morfine bile kafa tuttuğu bu hastalığı adım adım yaşayan Bilge Karasu tamamlayamadığı bir yazısında “Acı Çeken Gövde”de   hastalığın bir parçası ya da hastalığın ta kendisi olan ağrılardan sözeder. “”.....ama bir yazarın bir ağrıyı betimlemesi için ne gibi bir sebep düşünebiliriz?  İlkin, kalemini bilemek istediğini düşünelim. Ağrı gibi –şimdilik öyle söyleyelim- “anlatılması güç” bir şeyi anlatabilmeğe çalışmak istiyor diyelim. Güçlük, meydan okumak isteyen her zanaatçı için bir meydan okuma yerine geçer. Güçlüğü yenmeyi başaran, yenmese bile yenmeğe çalışmış olan kişi büyüdüğünü duyar. Ama zanaat, bilgi ister, görgü ister. Ağrı iyi bilinen,  tanınan, çok duyulmuş, çeşitli yönleriyle öğrenilmiş ağrı olmalıdır...   Ağrıyı duyarken yazmağa kalkışmaz kimse. En yürekli yazar bile ağrının dinmesini, hiç değilse yatışmasını bekler yazıyı aklına getirmek için....”

Ağrıya karşı en etkili madde olan morfin, adını Yunan mitolojisindeki rüya tanrısı Morpheus’tan almıştır.  Ama ağrı her zaman bir rüya gibi uyanıldığında bitmiyor ki !!!