Sayfalar

9 Şub 2012

Hollanda Esintileri









İyice baktım, Hollanda’daki kargalar da aynı, hırçın ve çirkin. Çıkardıkları “gak” sesinin tonlaması bile aynı. Amsterdam kargaları sanki İstanbul kargalarıyla aynı dil hatta aynı lehçede konuşuyorlar (!)  Enteresan yaratıklar şu kargalar, kapkara, sevimsiz hatta ürkütücü. Ama neden çocuklar kuş çizmeleri söylendiğinde illa da karga resmi çizerler ? Kanarya, papağan, serçe, martı varken neden karga ? Diyalektik bir durum, çirkinlik karşıtını kolay çizilirlik olarak mı yaratıyor ?

Bir başka diyalektikten bahsedeceğim bugün. İyi ile kötünün zıt birlikteliğinden. Hollandalılar 1200’lerden başlayarak yeni bir ülke yaratmışlar. Bu ülkeyi yaratmak için adeta doğaya kafa tutmuşlar. Deniz seviyesinin altında yer alan topraklarda, sularla mücadele ederek, kanallar, barajlar ve bariyerler inşa ederek gerçekten mühendislik harikası yaratmışlar. Doğa bir gün intikamını alırsa ne olacak ? Halbuki 50-100 km içerilere hazır topraklara yerleşseler olmaz mıydı acaba ? Aynı doğayla savaşı St. Petersburg’da da gördüm.


Her davranışlarında ticaret, kar-zarar hesabı var Hollandalılar’ın. Buna karşın bazı davranışlarını anlamlandırmak zor, örneğin mağazalar ve  ticari mekanlar erkenden kapanıyor. Pazar günü alış-veriş neredeyse yok gibi. Hele lokantasını Pazar günü açmayan Hollandalı’yı anlamak mümkün değil.  Paraya önem vermiyor desem değil, paranın canbazı olmuşlar. Tembellik desem hiç değil, deli gibi çalışıyorlar. Oğlum’un bir tezi var,  “çalışma dışında oturup düşünüyorlar,  rönesans, aydınlanma gibi hareketler  bu şekilde ortaya çıkıyor ” diye özetliyor tezini.




 
Sarfati Park’ın karşısında tipik bir Hollanda evindeyim, oğlumun evinde. Daracık kapıdan girip bir insanın ancak sığabildiği, bavulla çıkmanın büyük hüner olduğu, Everest gibi dik merdivenlerden çıkarak eve girdiğinizde kendinizi yüksek tavanlı, kocaman pencereli ferah bir odada buluyorsunuz. Pencereden  baktığınızda sonbaharda Van Gogh sarısıyla önünüzde park uzanıyor. Suni bir gölde siyah ve beyaz ördeklerin meydan muharebesi var, ekmek kavgası, atılan bir parça ekmeği kapma mücadelesi. Tempolu koşanlar, köpeklerini gezdirenler, yürüyüş yapanlar, yek vücut olup gezenler, programsız bir resmi geçit gibi. Köpekler genelde serbestler, sahiplerini üzmüyorlar, eğitimliler, “ağır abi” olanlar sahipleriyle yan yana yürüyorlar, dünyada birçok halkın bulamadığı özgürlüğe sahipler burada. Kışın ise bembeyaz bir örtü üstünde özgürce koşuşan sadece çocuklar değil, kar sevincini çılgınca koşarak gösteren bir de köpekler var, göl donuyor ve üstünde buz pateni yapanlar hünerlerini sergiliyorlar.

                                                         sarfati park

Sağ köşedeki koltuğa el koydum, makam koltuğum o benim. Dışarıyı seyrediyorum. Bisikletliler Çin ordusu gibi mübarek. Bir aşağıya bir yukarıya bisikletliler akıyor. Her yaştan insan var üzerlerinde.  Bisiklet burada ayrı bir kültür. Arkada sepeti olan, ön veya arkada çocuklar için oturma düzeneği olan, ama hepsi de sade, aksesuar olarak sadece takılması zorunlu olan aydınlatma cihazı var, hemen hemen tamamı ikinci el. Bisiklet bir statü göstergesi değil, ulaşım aracı.  Hollandalı kadınların bisiklet sürüşleri de kendileri gibi çok zarif. Hele kısacık etekle binenler var ya… Siyah  külotlu çorap, mini etek ve bisiklet… Mükemmel bir uyum. Herkes kurallara titizlikle uyuyor, ancak bisikletliler trafikte ayrıcalıklılar. Hatta bir bisiklet teröründen söz edebilirim.
En çok şaşırdığım manzaralardan biri, küçücük çocuklarını bisikletlerinin önündeki oturağa oturtup rüzgara karşı korkusuzca giden kadınlar, anneler. O çocuk üşümez mi, hasta olmaz mı? Olmuyorlar ki herkes aynı şeyi yapıyor diye kendi sorumu kendim cevaplıyorum. Biraz da utanıyorum, bu merhametli (!) düşüncem için. Genetik olarak üşümeye karşı kodlanmışlar bu Hollandalılar. Biz lahana gibi kat kat giyinip Amsterdam’ın soğuğuna karşı koymaya çalışırken onlar bir gömlek veya takım elbiseyle dolaşıyorlar, hem de yaşlısı, genci, çocukları hep birlikte.






Hollanda kadınları gerçekten güzel ve bakımlılar. Aslında bu alanda İsveç kadınları uzak ara önde, ama Hollanda kadınlarının solukları enselerinde bence.  Belçika kadınları daha bir gösterişsiz, sanırım Fransa ile komşuluklarının sonucu. Bira konusunda da Hollanda-Belçika çekişmesi var, birbirlerinin biralarına açıktan çamur atıyorlar. Ben oyumu Belçika biralarından yana veriyorum, bu arada çukulatada da Belçika’nın, İsviçre’ye fark attığını söylemeden geçemeyeceğim.

Ve geldim kronik bir soruna. Bir türlü anlam veremediğim batının tuvalet kültürüne. Sadece Hollanda’ya değil tüm yurtdışı seyahatlerime 1-0 mağlup başlarım bu tuvalet alışkanlığı yüzünden. Neden klozetlere bir “taharet musluğu” koymazlar ki ?  Bu basit düzenek ne kadar uygar ve hijyenik bir uygulama sağlar, görmüyor mu batılılar, hatta doğulular ?  Tuvalet ihtiyacı giderildikten sonra tene su değmeden, kuru ve mekanik bir temizlik ile yetinmek ne biçim iştir ? Kabus bence ! Sağlıklı temizlenmemenin yanı sıra tuvalet kağıdının tahrişi de cabası. Efendim, her sabah duş alma alışkanlıkları yeterli oluyormuş. Hadi canım sende…. Koy bir kısa musluklu boru klozetine, altın da temiz olsun gönlün de ! Acaba diyorum bu buluş (bilerek söylüyorum bu önemli bir buluştur) Türk’lere ait olduğu için mi bir direnç var, bir aptal önyargı ? Yoğurdun bile halen Türk'lere ait olduğunu kabullenemiyenler çoğunlukta ama yiyiyorlar, olsun klozette taharet musluğu uygulamasını da kabullenmesinler ama uygulasınlar, razıyım.


Hollanda’da paradoks gördüğüm bir husus da “coffeshop” dedikleri esrar ve benzeri keyif verici maddelerin serbestçe satılıp kullanıldıkları mekanlar. Özgürlük güzel şey mutlaka, gençlerin özgürlüğü ve yasa dışı yollara sapmamaları için geliştirdikleri söyleniyor, ama bu yolla büyük bir turizm geliri elde ettiklerini de saklamıyorlar. Genç nüfusun sağlığı için yararlı olmadığını söylemeye gerek bile duyulmayacak  bu uygulamadan para kazanmak batı hümanizmi ile ters düşmüyor mu ?

Amsterdam’a  gidince mutlaka Van Gogh müzesini gezmelisiniz, bu işi zamanın insafına bırakmamalısınız. Van Gogh, 1886 da başvurduğu doktor Hubert Amadeus Cavenaille’e vizite parasını ödeyememiş karşılığında onun portresini yapmıştır, keza aynı şekilde Dr Felix Rey’e de bir portresini yaparak hediye etmiş ancak doktor bu hediyeyi beğenmediğinden bahçede kafes kapısı olarak kullanmıştır, şimdi bu tablo Moskova’da Puşkin Müzesinde sergilenmekte ve paha biçilememektedir. Dr Paul Ferdinand Gachet ise ressamı çok etkilemiştir. Kardeşi Teo’ya yazdığı bir mektupta Dr Gachet için “gerçek bir dost, seninle birlikte ikinci bir kardeş” demiştir. Gachet’i kendisi gibi sinirli ve tuhaf davranışları olan biri olarak tanımlamaktadır. Van Gogh, Dr Gachet ile ilgili bir eskiz ve iki yağlı boya resim yapmıştır. Bunlardan birisi “pipolu adam” (L’homme A La Pipe) olarak bilinmektedir ve Amsterdam’da Van Gogh Müzesinde sergilenmektedir.



Her sokakta mutlaka en az bir tane bulunan kafelerden, dinlenme ve huzur mekanlarından da söz edelim. Oturun insanları izleyin, bir çay veya kahve ya da bir bira yudumlayın, yanına  gerçek peynir kokusuyla gelen bir cheesecake iyi gider. Bizim fazlasıyla alışık olduğumuz bahşiş kültürü buralara gelmemiş,  gelmesin de, para üstü 1 euro bırakırsan nasıl da gülüyor servis yapan genç kızlar, zaten güzeller, gülmek daha da güzelleştiriyor onları, ben de “güzele bakmak sevaptır” diyen atalarımızın sözüne uyma adına  sevabına bahşiş veriyorum....

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder