Sayfalar

30 Mar 2012

NARSİSİZM (hayatın içinde değerlendirme)



Narsisizm kişinin kendisini aşırı beğenmesi, kendisine hayranlık duyması hatta uç bir yaklaşımla kişinin kendisine aşık olması olarak tanımlanır. "Narsizm" olarak yanlış kullanımı yaygındır. Narsisizm’in kökeni  Yunan mitolojisine dayanır, efsaneye göre dünya üzerinde birçok tanrı bulunmaktaydı. Bunlar çeşitli doğa olaylarından ya da canlı-cansız varlıkların kontrolünden, davranışlarından sorumluydular. İnanışa göre bu tanrılar insan şeklindeydi ve insanlarla ilişki içine de girerlerdi. Kendine aşık olanlara aldırmayıp, onları karşılıksız bırakan ve çok güzel bir peri kızı olan Ekho, bir gün avlanan bir avcı görür. Narkissos adındaki bu avcı çok yakışıklıdır. Ekho bu genç avcıya ilk görüşte aşık olur. Ancak Narkissos bu sevgiye karşılık vermeyerek, Ekho’nun  yanından uzaklaşır. Ekho bu durum karşısında kara sevda ile günden güne eriyerek, içine kapanarak ölür. Bütün vücudundan arta kalan kemikleri kayalara, sesi ise bu kayalarda 'eko' dediğimiz yankılara dönüşür. Olimpos dağında oturan tanrılar bu duruma çok kızarlar ve Narkissos’u cezalandırmaya karar verirler. Günlerden bir gün ava çıkan  Narkissos susamış ve bitkin bir şekilde bir nehir kenarına gelir. Buradan su içmek için eğildiğinde, sudan yansıyan kendi yüzü ve vücudunun güzelliğini görür. Daha önce fark edemediği bu güzellik karşısında adeta büyülenir. Yerinden kalkamaz, kendine aşık olmuştur. O ana dek kimseyi sevmediği kadar, sevmiştir kendi görüntüsünü. O şekilde orada ne su içebilir, ne de yemek yiyebilir, ayni Ekho gibi Narkissos da günden güne erimeye başlar ve sadece kendini seyrederek ömrünü tüketir. Öldükten sonra da vücudu nergis çiçeklerine dönüşür.


İşte narsisistik kişilikte olanlar da bu şekilde kendilerine aşık, hep önde olmak, en gözde olmak isteyen, başkalarının düşünce ya da isteklerine gereken ilgiyi gösteremeyen kişilerdir. Plan ve hedeflerine ulaşamadıklarında, gereken ilgiyi göremediklerinde aynı Narkissos gibi erirler, çökerler. Narsisistin en büyük problemi, narsisist olması değil, böyle olduğunun farkına varamamasıdır. Narkissos'un ölümüne de bu sebep olmuştur zaten.


Narsisist kimselerin en büyük sorunu kendilerini başkalarının yerine koyamamaları ve kimseyi sevememeleridir,  bu nedenle içten ve sıcak ilişkiler kuramazlar, kendilerine güvenirler ve başka hiç kimseyi önemsemezler, çevrelerindeki insanların duygusal enerjilerini tüketirler. Büyüklük ve  üstünlük duygusu,  sıradan insan olmaktan korkma duygusu taşırlar. Çevresindeki insanlar onun hata ve yanlışlarını yüzüne vururlarsa genellikle o insanlardan ve çevreden uzaklaşırlar, eleştirileri kabul edip düzeltmeye çalışmak yerine bu eksik yanlarını bilmeyen ve gizleyebilecekleri insanlara koşarlar. Bu nedenle  genelde ya çok sık arkadaş/eş değiştirirler, ya da uzun arkadaşlıkları, dostlukları ve ilişkileri idare edemezler.

Kendilerini özel ve önemli görürler, hep saygı görmeyi beklerler, başarı ve yeteneklerini abartırlar. Övgü ile beslenirler, iltifat edilmesi için ortam hazırlarlar. Başkalarının da kendi başarılarındaki katkısını göz ardı edip, onları hesaba katmazlar. Otorite ya da üst düzey kişilerle iletişim kurmak için çabalayıp, bağlantı kurdukları bu kişilere abartılı nitelikler atfederler. Bu şekilde kendilerini de bu kişilerden varsayarlar. Daima bir kurumun en yetkilisi ile ( başhekim, profesör, müdür, komutan, işveren vd) iletişime geçip, diğerlerinin fikirlerine aldırmazlar.

Kendi hataları konusunda objektif davranabilme becerisi kazanamadıkları için, eleştiride ısrar ederseniz sizi suçlamaya başlar, sizin yanıldığınızı ispat etmeye çabalarlar, eğer haklıysanız sizi küçük düşürerek tatmin olma yolunu seçerler. Eleştiriye, iyi amaçlı eleştiri bile olsa, aşağılanmış olma, öfke ve utanç duyguları ile tepki verirler. Hata yapmaktan çok korktukları için, hatalarının söylenmesini hemen kişiselleştirirler, en basit eleştiriyi kişiliklerine yapılmış bir müdahale olarak görürler. Kendilerinin çok önemli, vazgeçilemez olduklarıseklinde bir düşünce içindedirler. Satışı iyi yaparlar insanları etkileme, göz boyama konusunda çok başarılıdırlar. Güç ve statü takıntıları nedeniyle, kazanmak için ellerinden ne gelirse yaparlar. Bu insanların yaptıkları işler takdir edilir, yaratıcıdırlar ama kişilikleri sevilmez.


Menfaatçidirler,  kişiler arası ilişkileri kendi çıkarlarına kullanırlar, kendi amaçlarına ulaşmak için hile ve aldatmayı normal kabul ederler. Hep kendilerine ayrıcalık yapılması gerektiği beklentisi içindedirler. Kendilerini övmekten utanmazlar,  zeki olanlar gizli övünmeyi çok iyi becerirler,  toplantılarda soru sorarken bile en az konuşmacı kadar çok şey bildiklerini göstererek yorumlar yaparlar. Ancak özel kişiler tarafından anlaşılabilecek kadar özel olduklarını düşünürler. Güç, başarı, şöhret, para, güzellik ve aşkı ön planda tutar, kin, öfke, kıskançlık duygularını beslerler, buna karşın acıma, affetme gibi duyguları kendi çıkarlarına göre kullanırlar. Hak duygusu hep kendilerine yöneliktir. 

Büyük ideallerine kavuştuklarında gerçek kişilikleri daha çok ortaya çıkar, her ortamda farklı konuşmak, durumlara göre ilkeleri değiştirmek, yaşam felsefeleridir. Çevre tarafından akıllı ve yetenekli olarak bilinirler, ilk tanışmalarda çok etkileyicidirler ancak  uzun beraberlikte bencil ve çıkarcı yapıları nedeniyle kendilerinden nefret ettirirler, işkoliktirler,  rekabeti severler, iyi yarışmacıdırlar, ama kaybetmeyi bilmedikleri için mutlu olmaları için kazanmaları şarttır.


Narcissus (Gustave Moreau)

 Freud narsisizmi ‘dış dünyadan soyutlanan libidonun (cinsel enerji) egoya (ben) yönlendirilmesi’ şeklinde açıklamıştır. Yani libidonun büyük bir depoda toplanır gibi egoda toplanması ve daha sonra nesnelere yönlendirilmesi; fakat kolaylıkla tekrar soyutlanarak egoya yönlenmesi durumudur. Freud narsisizmi  insanın yaşamını sürdürebilmesi açısından bir ölçüde gerekli görmektedir. Hatta bazı durumlarda, kişinin narsisizmi toplum için hatta kendi akıl sağlığı için makul oranlarda değilse,  kişi akıl hastalıklarıyla karşılaşabilir demektedir.

Başkalarının fikir ve hareketleri kendi amaçlarına hizmet ediyorsa vardır, aksi halde bu fikir ve hareketler tahammül edilemez düşüncesine sahiptirler. Gerçekle bağdaşmayan, başkalarının zararına olup sadece kendi çıkarlarına uygun, kendi plan ve hedeflerine hitap eden maddi ve manevi kazanç sağlayabilecek plan ve hedeflerine ulaşamadıklarında öfkelerine hakim olamaz, saldırganlaşır, çöker hatta ağır psikotik tablolara girerler. Buna “narsisistik yaralanma” denir. ABD’de yapılan bir araştırmaya göre büyük firmaların CEO’larında narsisist kişilik azımsanmayacak sayılardadır ve bu kişiler 55 yaşlarında emekli olmaktadırlar, emekli olanların yüzde 25’ i ölmektedir, ölüm nedenleri araştırmaya göre “narsisist yaralanma” olarak nitelendiriliyor...

Narsisizmin çok özel bir türü de, Sezar, Mısır firavunları, Hitler gibi diktatörlerde yani çok güçlü erke sahip kişilerde bulunan türüdür. Bu insanlar adeta nefes alıp yürüyen yeryüzü tanrıları gibi hissederler kendilerini. En büyük korkuları güçlerini kaybetmeleri ve ölümdür. Dış dünya 'ben' olmadığı için, narsisist kişi dış dünyayı algılayamaz ve bu durum kişide korku yaratır. Diktatör gitgide daha yıkıcı, daha yalnız ve korkak olur.


Bu yazıyı okuduktan sonra sanırım birçoğumuz çevrelerinde ne kadar çok narsisist kişilik olduğunu düşünecektir, hatta kendisini de sorgulayacaktır. Freud’un dediği gibi hepimizin içinde biraz narsisistik duygular olmalı, aynen içimizde bir çocuk olması gibi, ama bu dozu nasıl belirleyebileceğiz… Burası ipin inceldiği yer sanırım.

 Ekho ve Narkissos (J.W.Watrehouse-1903)

27 Mar 2012

Hekim Yemini



Toplumda, kamuoyunda, medyada ne zaman hekimler hakkında bir olumsuzluk gündeme gelse arkasından yapılan suçlamanın haklılığını  kanıtlamak için bildik  bir yorum gelir: “bunlar Hipokrat yemini etmediler mi ?” Peki ama nedir bu yemin, bu kadar bağlayıcı mıdır, gerçekten bu yemin edilmekte midir, yoksa sembolik bir anlam mı taşımaktadır ? Örneğin can güvenliği olmadığı gerekçesiyle, İstanbul Tıp Fakültesi 1977 mezunları olarak bizim dönem (1971-1977)  yeminsiz, törensiz mezun olduk. Şimdi bizler, 200  kadar hekim, “Hipokrat Yemini” etmeyen hekimler olarak potansiyel suçlu muyuz ?

Yemin, kutsal bir değer veya varlığı tanık göstererek belirli bir konuda söz verme olarak tanımlanabilir. Hekimlerin mesleğe başlarken böyle bir söz verme geleneği yüzyıllardır sürmektedir.

Öncelikle belirtelim ki, Hipokrat yemini tek değildir, bu yeminin güncelleştirilmiş şekli dışında başka yeminlerin olduğu da bilinmektedir, örneğin “ Maimonide Yemini. Bu yemin, 1135 yılında Cordoba’da doğmuş ve 1204 yılında Mısır’da ölmüş Musevi inancına bağlı Arap kökenli bir hekim ve filozof olan  Moses Maimonides’e  (İbn-i Meymun) aittir.  Sellahattin Eyyubi’nin hekimliğini de yapan bu  ilim adamının Arapça ismi Abu Imran Mussa bin Maimun ibn Abdallah al-Qurtubi al-Israili’dir.  Yazdığı tıbbi yazılar arasında “tıbbi aforizmalar” da vardır. Aristotoles felsefesini referans alır, arapça yazar, İbranice dua ederdi. Eserleri arasında yer alan “Yahudi Tıbbi Etik Yazıları”ndan bazı bölümler İsrail’de Tıp Fakültelerinde, ABD’de Miami Tıp Fakültesi’nde  Maimonide Yemini” olarak okutulmaktadır. Bu yeminde Hipokrat Yemini’nden en farklı yön olarak çocuk aldırmanın serbest bırakılmış olması dikkati çekmektedir.

Bu yemin “Yarabbi” diye başlamaktadır, içinde ilginç cümleler vardır. Şöyle ki: “ …hastaların baş ucundan şarlatanları, binbir türlü tavsiyede bulunan akrabaları, her şeyi bilen koruyucularını uzaklaştır, çünkü bunlar, kibirleri yüzünden, sanatın iyi niyetini boşa çıkaran, kullarını genellikle ölüme sürükleyen bir kalabalıktır….”

Salerno Okulu’nun hekimlere ilk defa diploma veren ve bunu zorunlu kılan bir tıp okuludur. Öğretim bittikten sonra hekim olanlara Salerno Andı okutulurdu, bu antta “okula arka çıkacaklarına, fakirlere bedava bakacaklarına, zararlı ilaçlar vermeyeceklerine, hiçbir şeyi yanlış öğretmeyeceklerine, eczacı dükkanı açmayacaklarına” dair yemin ettirilirdi.

Günümüzde Fransız Tıp Fakültelerinin bazılarında klasik hekim andının yanı sıra Montpellier Andı’da okunmaktadır. Yemin “….Hipokrat büstü önünde yemin ederim” şeklinde başlamaktadır. 1800’lü yılların başlarında fakülte dekanı Lallemand tarafından yazılmış ve teklif edilmiş bir  metindir.


Bir de tarihi değeri olan ve Laennec’in hatıraları (Momento) arasında yer alan ve kendi adını taşıyan Laennec Andı olduğunu hatırlatalım. Bu metin “…mesleğimde dinimin ve tababet şerefinin bütün şartlarına sadık kalacağıma,…Malthusianisme’cilerin (nüfus artışı karşıtları) bütün teori ve pratiklerini yere sermek için bütün kuvvetimle savaşacağıma….” şeklinde  ilginç vaadler yer alır.
 






Geleneksel hekim yemininin sahibi Hipokrat (MÖ 460-377) tıbba yeni bir boyut getirmiş ve tıbbın eski kurumsal yapısını dağıtarak geçimini tıptan sağlayan bir filozof olarak tarihteki yerini  almıştır. Corpus Hippocraticum isimli MÖ III. yy’da İskenderiye Kütüphanesi için toplanmış çalışmalarda etikle ilgili  yazılar ve ünlü Hipokrat Yemini yer almaktadır. Bu toplu eserin en eski kopyası MS X. yy’dan kalma bir el yazmasıdır ve toplam 34 kitaptan oluşur. Hipokrat Yemini iki bölüme ayrılır; ilk bölümde hekim adaylarının hocalarına karşı görevleri ve bilgi aktarımındaki zorunluluklar anlatılır ki buna kısaca deontoloji denir, ikinci bölümde ise tıbbi etiğe ait özetler yer alır.

Hipokrat Yemini şöyledir:

"Aşağıdaki sözlerimi ve yeminimi bütün güç ve kudretimle yerine getireceğime hekim Apollon, Asklepion, Hygieia, Panakeia, bütün tanrı ve tanrıçalar üstüne yemin ederim ve onların tanıklığına sığınırım :

Hekimlik hocamı ana babamla bir tutacak, tüm varlığımı onunla paylaşacak ve gerektiğinde yardımına koşacağım; çocuklarını kardeşlerim gibi sevecek, isterlerse hekimliği onlara karşılıksız öğreteceğim. Hekimlik kurallarını, oğullarım, hocamın oğulları ve tıp yasasına göre yemin etmiş ve söz vermiş öğrencilerden başka kimseye öğretmeyeceğim.

Hastaların tedavisini, bütün güç ve düşüncemle onların yararına ayarlayacağım, her türlü kötülük ve haksızlıktan kaçınacağım.

Benden, istense bile, hiç kimseye zehir vermeyeceğim ya da böyle bir telkinde bulunmayacağım; aynı biçimde hiç bir kadına çocuk düşürten bir alet vermeyeceğim. Yaşamımı namus ve dürüstlük içinde geçirecek, mesleğimi bu yönde uygulayacağım. Taş sancısı çekseler bile, hiç kimseye mesane ameliyatı yapmayacak, bunu söz konusu işle uğraşanlara bırakacağım.

Girdiğim her eve yalnızca hastaların yararı için gireceğim; bile bile yapılan ve bozucu nitelikte olan her türlü kötülük ve ahlâksızlıktan uzak duracağım; özellikle, özgür olsun köle olsun, kadınları ve erkek çocukları aldatmaktan kaçınacağım.

Mesleğimi yerine getirirken veya başka zamanlarda, toplum arasında gördüğüm ve işittiğim, gizli kalması gereken konularda ağzımı sıkı tutacak ve bunları sır olarak saklayacağım.

Bu yemini hiç bozmadan yerine getirebilirsem, yaşamımı ve mesleğimi mutluluk içinde geçireyim, insanlardan her zaman saygı göreyim; eğer yeminimi bozar ve yerine getirmezsem, bütün bunların tersi olsun."

Günümüzde bu yemini şu şekilde sadeleştirmekteyiz:

"tıp fakültesinden aldığım bu diplomanın bana kazandırdığı hak ve yetkileri kötüye kullanmayacağıma,  hayatımı insanlık hizmetlerine adayacağıma, insan hayatına mutlak surette saygı göstereceğime ve bilgilerimi insanlık aleyhine kullanmayacağıma, mesleğim dolayısıyla öğrendiğim sırları saklayacağıma, hocalarıma ve meslektaşlarıma saygı göstereceğime, din, milliyet, cinsiyet, ırk ve parti farklarının görevimle vicdanım arasına girmesine izin vermeyeceğime, mesleğimi dürüstlükle ve onurla yapacağıma namusum ve şerefim üzerine yemin ederim"

Hipokrat Yemini’nde hastaya saygı ve özen gösterme, sır saklamanın gerekliliği, ötanaziye karşı duruş, ve bazı deontolojik ilkeler önemle vurgulanmaktadır. Buna karşın yeminde günümüze göre “erkek egemen” bir söylem hakimdir,  hocalar ile onların yakınlarına yönelik “ ayrımcılık”  denilecek yaklaşımlar dikkati çekmektedir.

Hipokrat Yemini’nde bazı çelişkiler vardır. Bu çelişkilere bakalım:

Yeminde kürtaj yasaktır, halbuki biliyoruz ki “Hipocratic Corpus”ta  kürtaj uygulamaları ve yöntemleri yer almaktadır. O dönemde yeni doğan bir çocuğun soğuk su ile yıkandığı ve yaşam gücünün sınandığı, zaman zaman ölüme terk edildiği düşünüldüğünde embriyonu öldürmenin Hipokrat tarafından  yasaklanmasının mantıki bir yönü yoktur.  Keza yeminde ötanazi  de yasaktır. Halbuki  o dönemlerde hastalık ve ağrılardan kurtulmak için intihar etmenin yerel yönetimlerce kabul edildiği gerçeği var, ayrıca o döneme ait dinsel inanışlarda intihar günah değildi.

Aslında Hipokrat yeminindeki bu iki yasağı ısrarla savunan öğreti Pisagorculuk’tu. Pisagor Okulu’na ait kişiler sadece intihar ve kürtaja değil, aynı zamanda kan akıtmaya da karşıydılar ve bu nedenle cerrahi uygulamalara da karşı çıkıyorlardı. Muhtemelen Hipokrat Yemini bizzat Hipokrat, oğulları veya ardılları tarafından yazılmadı. Hipokrat’ın ölümünden sonra eserleri toplandığında bu yemin metni Pisagorcular tarafından Corpus Hipocraticum’a  eklendi. Yemin’in  Hipokrat’ın kaleminden çıkmaktan çok, Pisagor Ekolü’ne ait yazılar olduğunu söyleyebiliriz. Prof Dr  İlter Uzel, Hipokrat’ın hayattayken eser yazmadığını, kendisine ve “Kos Okulu”na ait bilgilerin ölümünden sonra öğrencileri tarafından toplandığını ileri sürmektedir ki, bu da yukarıdaki belirtilen tezi desteklemektedir. Hipokrat’ın temel öğretisi,  hastalıktan çok hastayı izle, tüm olayları gözle, dürüst davran ve doğaya yardımcı ol” ilkeleriyle özetlenebilir. Bu ilkelerde yasakların olmaması dikkat çekicidir. Bu durum da yemin’in Hipokrat’ın kaleminden çıkmadığı tezini desteklemektedir.

Yemin ile ilgili bilgi ve düşünceleri burada bırakıp günümüze dönersek; nerede bir insan sevgisi varsa orada iyileştirme sanatına duyulan bir sevgi de vardır” der Hipokrat. Herhalde hekimler için yeminden daha önemli olan insan sevgisidir. Hipokrat yaşasaydı bence “ bırakın benim sözlerimi tekrarlamayı, bırakın yemin törenlerini, bırakın bu ritüelleri, insanları sevin” derdi. Her şey bir insanı sevmekle başlar çünkü.

Tarih kazananlar tarafından yazılmış olan büyük ölçüde tek yanlı bir belgedir” demektedir  Michael Parenti. Yansızlık için sorgulamak, düşünmek, neden ve niçinleri ortaya atmak şarttır. Tarihi Hipokrat Yemini’ni  sorgulamak da tek yanlı olmamak adına yapılması gereken bir iştir, hatta zorunluluktur.


   Maimonide ve Hipokrat

18 Mar 2012

Kitap ve Kütüphane Üzerine Kısa Notlar




·        Kitaplar sadece verirler, bir şey talep etmezler, gerçek dosttur onlar, acımızı dindirmeyebilir, kötülerden ve kötülüklerden, hastalıklardan,  ölümden koruyamayabilir ama önümüzü açarak yaşamayı öğrenmemizi, aydınlanmamızı, değişime ayak uydurmamızı, hayata tutunmamızı, insana yakışanları görmemizi sağlarlar.

·        Küçük harfin keşfi tamamen  ekonomik nedenledir, parşömen tasarrufu sağlayabilmek  için çözüm olarak geliştirilmiştir. Yaklaşık  VI. yüzyılda uygulamaya başlanmıştır.

·        İskenderiye kütüphanesi MÖ III. Yüzyılda Ptolemaios sülalesi tarafından Aristo öğretilerini toplamak ve öğretmek amacıyla kurulmuştur.  MÖ 47 yılında İskenderiye Romalılar tarafından zaptedilince kütüphanenin iki bölümünden birisi olan “museion”daki kısmı yıkılmış (diğer bölümü ise serapis tapınağındadır), çok değerli kitapları Sezar, Roma’ya taşıtmış, kalanları yaktırmıştır. İleride bu kitap kıyımı başka bir kıyımla telafi edilmeye çalışılmış, Bergama’daki Attalos kütüphanesinde bulunan 200 bin kitap Kleopatra ve sevgilisi Marcus Antonius tarafından İskenderiye’ye taşıttırılmıştır. Hristiyanlar tarafından da bu kütüphanenin Serapium bölümü yakılmıştır. 390 yılında Piskopos Theophilos 400 bin kitabı yaktırmıştır.

·        Pergamon’da (şimdiki Bergama) Attalos sülalesi kralları, İskenderiye kütüphanesi ile yarışmak için kurdukları kütüphanede çok sayıda eser toplamışlar ama rakiplerine yetişememişlerdi. Buna rağmen Ptolemaios Kralları  Pergamon kütüphanesi için  yazılan elyazması kitapları engellemek amacıyla bu ülkeye papirüs satışını yasaklamışlardı. Pergamon’daki kütüphaneciler ve sanatkarlar bunun üzerine yeni bir malzeme üretip bunun üzerine yazmaya ve kitap çıkarmaya başladılar. İşte bu malzeme bulunduğu kent Pergamon’dan ismini alan “parşömen”di.



·        Sözlük ve ansiklopedi denince ilk akla gelen isimlerden birisi “Laraousse”dur.  Pierre Larousse güçlü bir polemikçi, işçi ve emekçilerin yılmaz bir savunucusu, okul araçlarının ve kitaplarının parasız olmasını savunan bir kişiydi. Pierre Larousse  insan düşüncesini zenginleştiren her türlü bilgiyi alfabetik olarak herkesin kolayca bulacağı şekilde düzenlemek benim için bir görevdir” diyerek yola çıkmış ve bu görevini de gerçekleştirmiştir.

·        İonia’nın Klazomenai kentinde doğan  (bugün Urla yakınındaki Kilizman beldesi), Atinalılara felsefeyi ilk öğreten kişi olduğu söylenen filozof Anaksagoras (MÖ 500-428) yazılarında “ halkın taptığı tanrılara inanmadığı ve kutsala dil uzattığı” gerekçesiyle mahkum edilmiş ve  kitabı yasaklanmış, para cezasına çarptırılmıştır.  O da Perikles’in yardımıyla Atina’dan kaçarak Lampaksos’a  (bugünkü Lapseki) sığınmış ve burada okul açarak felsefe dersleri vermiştir. Asos’ta da (bugün Behramkale) Aristotales’in felsefe okulu kurduğunu, felsefede Stoacı akımın öncülerinden Kleantes’in Asos’lu olduğunu hatırlatmakta yarar var. Aslında Batı Anadolu, felsefe tarihi açısından dünyanın en önemli yerlerinden birisidir. Batı’nın ilk filozofları olarak anılan Tales,  Anaksimenes, Anaksimander ve atomist felsefenin öncüsü Leusippus Milet’lidir. Antik dönemin önemli filozoflarından Herakleitos Efes’lidir. Felsefe bu topraklarda Anadolu’da yeşermiştir velhasıl…



·        Thales günümüzden 2600 yıl önce Milet’te geceleri yıldızları gözlemlemek için gökyüzüne bakarak yürür ve bu nedenle sıklıkla çukurlara düşerdi. Ay ve güneş tutulmalarını hatasız olarak hesaplamış, açık denizden gelen gemilerin kıyıya olan uzaklıklarını ölçmüş, Keops piramidinin yüksekliğini gölgeden yararlanarak hesaplamıştır. Kendi adıyla bilinen geometri teoremi dışında dört teoremi halen geçerlidir. Bu Anadolu insanının adı ne bir eğitim kurumuna ne de bir bilim kurumuna verilmemiştir şimdiye dek ne yazık ki….

·        Avrupa ortaçağ karanlığını yaşarken doğu’da zengin bir uygarlık yaşanıyordu. Aslında bu uygarlık Araplara mal edilirse de doğrudan İslam dini ile birlikte ortaya çıkıp gelişmesi nedeniyle   İslam bilginlerinin yarattığı bir uygarlıktır. Abbasi halifelerinin hoşgörü ve destekleriyle antik Yunancadan Arapçaya çeviriler yapılmıştır, bu çevirileri Nasturi ve Süryani papazlar yapmıştır. Halifeler saraylarda her din ve milletten bilim insanlarını ve bilge kişileri toplamışlardır. 1000’li yıllarda bilim dünyasına hakim olan dil Arapça, hakim olan kitaplar ise İslam bilginlerinin kitaplarıydı. El-Biruni (973-1051), Ömer Hayyam (1038-1123), İbn-i Sina (980-1037), İbn-ü Rüşt (1126-1198), batıda Albucasis olarak bilinen Ebul Kasım  El -Zahravi (636-1013)  ilk akla gelen İslam bilgini ve filozoflarıdır.

                                                                                 
     Leusippos                                                                                                         Anaksimander

16 Mar 2012

Görsel Sanatlarda "ÇOCUK"





Çocukların  güçsüz, sessiz ve  savunmasız bir grup olmaları, onları yazılı  tarihten  dışlamıştır. Buna karşın sanat tarihinde ilkçağlardan itibaren çocuklar yer almışlardır. Resim, heykel gibi görsel sanatlarda “çocuk”, belirli temalarda yoğunlaşmış  olarak  sıklıkla  yer almaktadır.



Medeniyetler beşiği Anadolu’da, Çatalhöyük’te bulunan, doğum yapan bereket tanrıçasının bacakları  arasında doğan çocuk görülmektedir (MÖ. 6500-5700). Belki de tarihteki  doğumu betimleyen ilk sanat eseri olarak  “Ankara Anadolu Medeniyetleri  Müzesi”nde sergilenmektedir bu eser. Aynı müzede “emziren kadın” figüründe annenin kucağında bebek yer almaktadır. Günümüzden 6 bin yıl önce eski Tunç çağında yapılan  ve yerli halk Hattiler’e ait tunçtan yapılan bu  eser Horoztepe kazılarında  bulunmuştur.

 
Çocuğun gerçeklik içinde, çocukluğuyla birlikte canlandırılmasına en eski ve ilk olarak Eski Mısır’da rastlanır. Yalnız firavunlar değil, orta sınıf memurların bile heykellerinde eşlerini ve çocuklarını yanlarında görmekteyiz. Bir Mısır papirüsünde çok anlamlı bir söz vardır: “hiçbir şey anne sütünden daha meşru değildir” Burada daha tatlı, daha faydalı, daha güzel denmemiş daha “meşru” denmiştir. Anne sütü bundan daha güzel tanımlanamaz herhalde. Anne tarihin her döneminde çocuk için ilk öğretmendir, yol göstericidir, koruyucudur. Heykel ve resimlerde çocuk anne ile resmedilir, baba fügürü yok denilecek kadar azdır oysa. 




Antik Anadolu ve Grek uygarlıklarında çocuk doğumdan hemen sonra soğuk su ile yıkanır, yaşama gücü sınanırdı. Yaşama gücü olmayanlar bırakılırdı. Erkek çocuk doğmuşsa evin kapısı üzerine zeytin dalı, kız çocuğu doğmuşsa dokuma parçası asılırdı. Günümüzde Balıkesir yöresinde ikramlarda bebeğin cinsiyetine göre ayrım yapıldığını, kız çocuklarda şeker, erkek çocuklarda lokum verildiğini görmekteyiz.




X.yy’da sanatçılar çocuğu ancak minyatür bir yetişkin olarak görüntülemişlerdir.  Büyüyüp te küçülmüş çocukların resimleri XVI. yy’a kadar  sürmüştür. Bu dönemde Orta Avrupa’da çocukluğun "çabucak biten ve çabucak unutulan" bir geçiş dönemi olduğu benimsenmişti. Çocuk ölümlerinin ve buna paralel olarak doğumların yüksek olduğu bu dönemde  insanlar çocuğa sanki  “olası bir kayıp” gözüyle bakmakta bu nedenle bağlılık geliştirmemekteydi. Ortaçağda bugün bildiğimiz anlamda çocukluğun olmadığı net olarak görülüyor. Yetişkinlerin dilinde çocuğu tanımlayacak ayrı sözcükler bile yoktur bu dönemde, çocuklara ait de olsa herşeye erişkinler için kullanılan tanımlar kullanılır.  Yine bu dönemde çocuğun 7 yaşına gelmesine kadar süren bir bebeklik dönemi olduğu görülüyor,  bu yaştan itibaren keskin bir şekilde yetişkinlerin dünyasına giriyor çocuk. Bu bebeklik çağında da çocukların kendilerine özgü giysileri, oyunları, oyuncakları yok. Çocuklar yetişkinlerin bütün etkinliklerini, giysilerini, oyunlarını ve eğlencelerini paylaşıyorlardı. Söylediğim gibi minyatür yetişkinler....

 



O  dönemde cadıların sadece erkek çocuklarını kaçırmasından korkulduğu için cadı, kız giysisini görüp de yanılsın, erkek çocuklar kaçırılmasın diye,  7 yaşına gelene kadar hem kız hem de erkek çocuklar aynı biçimde erişkinlere benzer etekler, elbiseler giyerdi, bu nedenle o dönem yapılmış resimlerde tüm çocuklar kız elbiseleriyle görülürdü. Saraydaki soylu çocuklar bu önlemde ön sıralardaydı.
İlk kez XIV. yy’da dinsel temalı ikonalarda Meryem Ana ile "bebek İsa" görülmeye başladı. En çok resmedilen çocuk resmi “çocuk isa”dır. Bez, tahta, kağıt, mermer, altın vb. her şey üzerine resmedilmiştir İsa, ve ilginçtir hiç biri bir diğerine benzemez. Özellikle Giotto’nun "Maesta Madonna"sındaki  bebek İsa’sı seçilmiş olmaktan adeta bıkan, yaşlı, görmüş-geçirmiş, yaşayacaklarını yüzüne taşımış bir ifade taşımasıyla çok farklıdır,büyüyüp te küçülmüş İsa gibidir (1310-Floransa).




Çocukluk anlayışında önemli bir değişim XVI. ve XVII. yy’larda ortaya çıktı. Özellikle aydınlanma çağında insanoğlu “çocukluğu” keşfetti. ASLINDA ÇOCUK HEP VARDI, AMA ÇOCUKLUK YENİYDİ.  Çocuğun bu döneme kadar önemsenmediğinin en önemli kanıtı, MÖ V. yy da yapılan ünlü “dişi kurt” bronz heykeline "Romus ve Romulus" isimli ikiz çocukların meme emerken eklenmesinin, heykelin yapımından 2 bin yıl sonra yani XVI. yy’da yapılmış olmasıdır diye düşünüyorum, çünkü Roma’nın kuruluş efsanesi hep vardı, ama çocukluk kavramı yoktu !



Kundak doğu kültürünün bir ürünü kabul edilse de Vatikan Müzesi’nde bulunan ve    X. yy. yapımı  fildişi kitap kapağında bebek İsa kundakta gösterilmiştir. Kundak hem çocukların çok fazla hareket etmelerini hem de bazı vücut anomalilerini önlemek amacıyla 4 yaşına kadar kullanılmaktaydı, günde iki kez değiştirilirdi. 1419’da Floransa’da kurulan ilk çocuk hastanesi “Ospedale Degli Innocenti”nin dış cephesini kundaklanmış bebekler süslemektedir. Bu heykellerin sanatçısı Anrea della Robbia’dır.
Anadolu’da doğacak bebeğin çamaşırlarının babanın eski iç gömleğinden ve donundan hazırlanması bir gelenektir. Bebek doğar doğmaz tenine bu çamaşırlar giydirilir ve şöyle denir “ana kokusunu bilir, baba kokusunu da alsın, tanısın, sevsin”. Çocuğu yaşamayan analar ise bebeği yaşasın diye ona 7 ayrı parçadan dikilmiş giysiler dikerler, ancak her bir parçanın alındığı evden “ yakın zamanda ölü çıkmamış olması, evde Mehmet veya Muhammed adında birinin olması ve evin hem kızının hem de oğlunun  olması”na dikkat edilir.



Flaman ressam Bruegel 1500’lü yıllarda Flaman çocuklara bugünün çocuklarının bilmediği bir çok oyunu oynatmaktadır.  Brugel’in “Çocuk Oyunları” resmi çocukluk için başlı başına bir anıt eserdir  (bkz.http://argoscelik.blogspot.nl/2012/01/cocuk-oyunlar-bir-bilmece-mi.html). 
 Adrian Van Ostade (1610-1685) “öğretmen” adlı tablosunda geleneksel öğrenci yetiştirme yöntemlerinden birini resmetmiş. Öğretmen öğrencinin kafasına tokmakla vuruyor, üstelik bu öğrencinin şapkasını da arkadaşına tutturuyor. Ne eğitim ama…. Çocuk kavramını resimlerde en çok kullanan ressam Flaman Pieter de Hoach’tur (1629-1684). Resimlerinde hep tek bir çocuk yer almış olup mutlu olarak resmedilmiştir. İlginç bir not, onbir çocuğu olan Hollanda Delft’li ünlü ressam Vermeer, tek bir  tane dahi  çocuk resim yapmamıştır. İnci küpeli kız ise çocukluğu geride bırakmış, erişkin yaştadır.




Çocuk resimleri içinde beni etkileyen bir tablodan bahsedeceğim. Ünlü kübist ressam Pablo Picasso (1881-1973) tarafından yapılmış olan “Bilim ve Hayırseverlik” (1897) adlı tablodan. Ressamın erken dönem çalışmalarından birisidir, 17 yaşındayken yapmıştır, ancak bu resimden 10 yıl sonra hepimizin bildiği kendi sanatını  (kübizm)   oluşturmaya başlamıştır. Resimdeki doktor, ressamın babasıdır. Kendisini resim konusunda hep cesaretlendiren babasını, işin ehli ve bilgili bir doktor olarak çizmiştir. Hasta kimdir bilinmemektedir. Ancak çocuk resimde model olarak kullanılmak üzere bir dilenciden ödünç olarak alınmıştır. Keza rahibenin elbisesi de ödünç alınmıştır. Rahibe su içmeyi önerirken bebeğin bakımını da üstlenmiş görünmektedir. Bu resim şu anda Barcelona'da Picasso müzesinde sergilenmektedir.






    

Domenico Ghirlandio  XV.yy’da yaptığı “Dede ve Torun” isimli resminde yaşlılık-gençlik zıtlığını vurgulamıştır. Ancak  masumiyet konusunda yarışmaktadırlar sanki. Hollanda’lı ressam Gabriel Metsu’nun “Hasta Çocuk”tablosu ise hasta çocuğun ruh halini inanılmaz güzel yansıtmaktadır (1650). Çocuk hasta olmaktan çok hastayı oynayan, mızmız ve kaprisli bir çocuk görünümündedir.  Bir diğer beni etkileyen resim Sir Luke  Fildes'in “Doktor” isimli tablosudur (1891). Yıllar önce oğlu Philip’i kaybetmenin sorumluluğunu duyduğunu hissettirmektedir ressam ve  resimde ayakta durmaktadır.  Uzun bir gece sonunda ateşli bir hastalıktan  Christmas sabahı oğlunu kaybetmiştir. Fildes, hasta başında sabahlayan doktora bir minnet ifadesi olarak bu resmi yapmıştır. Polifarmasi öncesini anlatan bu resimde doktorun tetikte ve ihtimamla hastaya bakışı gerçekten etkileyicidir. Tıp eğitiminde kullanılması gereken bir resimdir bence.            

 
Neşe Erdok’un resimlerinde günlük yaşam içinde çocuklar vardır. Özellikle İstanbul’un itiş kakışında, vapurda, otobüste, şehrin dişlileri arasında ufalanan çocuklar karşımıza çıkar. Bitkin yorgun ve uyuklayan çocuklar. Neşet Günal’ın  resimlerinde ise kalabalığın içinde yapayalnız çocuklar, gamlı, ürkek, kırılgan, pırtık giysileri içinde kaybolmuş, yüzlerinden ve bakışlarından analarından, babalarından devraldıkları karşılıksız soruları taşırlar.


Ünlü İspanyol ressam Botero  1975 yılında 4 yaşındaki oğlu Pedro'yu bir trafik kazasında kaybetmiş. Genelde resimlerinde insanları ve hatta nesneleri yuvarlak ve tabiri caizse şişman resmetmesiyle tanınıyor. Yalnız burada bana ilginç gelen, genelde yaygın kanının aksine şişman insanlarının alışıldığı üzere neşeli (yani piknik )özellikte değil, aksine mutsuz ve asık suratlı oluşları. Kendimce bu durumu erken yaşta yitirdiği oğluyla başlamış bir depresyonun kanıtı olarak değerlendirmiştim...(Dr Mehlika Pınar Gürpınar'ın katkısı)


 

Çocuk düş kurma ihtiyacı duyar, hayalini hep çalıştırmasını arzular, bu nedenle masal dinlemek ister. Masallar düş kurmaya yardımcı olurlar çünkü.  Masalları yaratanlar gönüllerindekini anlatırlar,  zayıflara, haksızlığa uğrayanlara, iyi yüreklilere, güzel olan her şeye ve herkese  olumlu  roller biçerler. Parmak çocuk, külkedisi, keloğlan masalları  gibi hemen her çocuğun bildiği masallar anonimdir, yazarı yoktur, halkın kolektif olarak yarattığı masallardır. Edebiyatta özellikle şiirde çocuk, müzik ve diğer sanatlarda çocuk ve çocukluk başka bir yazıda incelenecektir.

14 Mar 2012

Hapşu...çok yaşa !



Hapşırma, burun mukozasının uyarılması sonucu ani, irade dışı, sesli bir şekilde ağızdan ve burundan nefes vermektir. Soğuk algınlığında ya da burun kanallarına tetikleyici bir madde kaçması sonucu meydana gelir. En çok alerjik etkilenmeden, toz, duman, parfüm gibi etmenlerden hatta aniden ışığa bakma gibi başka birçok nedenlerden dolayı hapşırırız. Hapşırmak insanı rahatlatır ancak tıbbi olarak  bazen bir hastalık habercisi de olabilir. Esasında hapşırmanın fiziksel özellikleri çok dikkat çekicidir. Hapşırmakla  ortaya çıkan enerji, insan kaburgalarından birini kırabilecek güçtedir, bu nedenle hapşırmanın engellenmeye çalışılması durumunda, baş veya boyundaki damarlar yırtılabilir, bu nedenle ölüm tehlikesi yüksektir.  Bir diğer ilginç ayrıntı, hapşırma esnasında gözler açık tutulmaya çalışılırsa yerinden fırlayabilirler, lütfen hapşırırken gözlerinizi kapatın aslında zaten kendiliğinden kapanacaktır ya, siz direnmeyin yeter… Bir diğer tıbbi bilgi de hapşırma anında kalp durup yeniden atar, kendine yeni bir ritm bulur. Uyku sırasında özellikle rüya safhasında sinir sisteminin bazı elemanları kapalı olduğundan normal şartlarda uykuda hapşırma olmaz, ama öksürme olur.


Hapşırığı engellemek için burnu ve ağzı kapamak son derecede tehlikelidir. Çünkü burnumuzdan ortalama 160km/sn  hızla çıkmaya çalışan havanın çıkması engellenince oluşan yüksek basınç beynimizi ve kafatasımızı zorlar. Beyin kanamasına, felce, kulak zarının patlamasına, hatta  ölüme sebep olabilir. Aslında vücudun doğal bir refleksi olan hapşırık sırasında, karın bölgesi ve beyin başta olmak üzere vücutta oluşan basınç, kalp damarlarına yoğun kan pompalamaktadır. Bu basınç vücudun  kalbi koruyucu doğal bir  mekanizmasıdır. Netice olarak;  hapşırığın tutulması durumunda  çok ciddi sorunlar ortaya çıkabileceğini hatırda tutmalıyız.

Tarihte ilk kez  şair Homeros'un (MÖ 750) Odysseia'sında hapşırığa  rastlıyoruz. Yunanlılar uzun bir yaşam dilemek için hapşıranlara   "salve" ya da " sağlıklı ol" diyor­lardı. Romalılar ise hapşırma anında ruhun vücudu terk ettiğine, terk ederken de kötülükleri beraberinde götürdüğüne inanırlarmış. İşte bu yüzden biri hapşırdığı zaman “çok yaşa dendiğine inanılır. Bir başka inanışa göre, yine Roma'nın görkemli yıllarında ölümcül bir salgın olan veba hastalığının  başlangıcında hapşırma görüldüğü ve zengin-fakir ayrımı göstermeden her çeşit insanı etkilediği için,  birisi yanınızda hapşırdığı zaman hastalık başlıyor diye yanındakiler hemen ondan uzaklaşıp  "çok yaşa" derlermiş ve bu davranış Papa tarafından zorunlu kılınmış. Museviliğin temel eserlerinden biri olan Talmud'a göre, biri dua ederken hapşırmak zorunda kalırsa, bu, Tanrı'nın onu duyduğu ve duasını kabul ettiği anlamına geli­yor.

Bazı insanlarda genetik olarak burunda hapşırmaya neden olan sinirler çok hassastır ve kapalı bir ortamdan çıkıp güneş ışığı ile karşılaştıklarında birkaç kez hapşırırlar, ben bu insanlardan birisiyim, hatta her zaman gittiğim yoldan gittiğimde hapşıracağım yeri dahi biliyorum. Bazı insanlar çok yüksek sesle adeta tüm vücutları ile  hapşırırlar böyleleri için “canları bedenlerine çok sıkı sarılmış” derler. Hapşırmak insana mahsusu bir olay değildir, memelilerin çoğunda hapşırma vardır. 987 gün bo­yunca sürekli hapşırarak "Guinness Rekorlar Kitabı"na girmeye hak ka­zanan İngiliz Donna Griffıth'e ait hapşırma rekorunu da hatırlatarak yazımızı sonlandıralım.

Çok yaşayın, iyi yaşayın, hapşırığınızı özgür bırakın….