Sayfalar

30 Oca 2013

Çare Bulmak


Yaşadığımız zaman diliminde ekonomik ya da sosyal, her alanda köşeye sıkışıyor, buna karşı çareler üretmek zorunda kalıyoruz. Aile yaşantımızda, iş ortamımızda, toplum içinde, özetle yaşam savaşı verdiğimiz her ama her yerde çare aramakla geçiyor ömrümüz. Sorunlar bazen bizi aşacak kadar büyük, bazen de geriye dönüp baktığımızda safça gülümsetecek kadar başka bir ifadeyle incir çekirdeğini doldurmayacak kadar küçük.

Çaresiz kalmanın dayanılmaz ezikliğini sıkça duyumsarız da çarenin bizde, içimizde olabileceğini nedense çok sık aklımıza getir(e)meyiz.  Çünkü aklımızla karar verme söz konusu olduğunda zorlanıyoruz, akıl yürütme bizlere ne çocukluğumuzda evlerde, ne gençliğimizde okullarda öğretilmemiş. Eğitim sistemimiz “yineleyici” ve “sınıflandırıcı”, eğiten “etkin”, öğrenen “edilgen”. Bilgi öğrenciye söylenmekte veya yazdırılmakta, tartışmadan kabul etmesi istenmekte, kuşkuculuğa ve tartışmaya yer yok. Zor karşısında analitik düşünmeyi bizler öğrenemedik ki, çocuklarımıza, öğrencilerimize öğretelim !  Bir karar vereceksek ilk başvuru kaynağımız aklımız değil duygularımız olmakta.

İşte bu kaotik ruh haliyle çareyi kolaycılıkta arıyoruz, insanların sorunlarına sihirli çözümler ürettiğini vaat eden “kişisel gelişim kitapları” bu kolaycılıkta en kolay ulaşılabilir nokta.  XX. yüzyılın müthiş (!) keşiflerinden birisi de insanlara “kişisel gelişim” kavramının  ticari ambalajda sunulmasıdır. Kişisel Gelişim Guruları’ndan Antony Robbins, 1991’de çıkan “İçinizdeki Devi Uyandırın” isimli kitabında şöyle diyor : “Karar sizin; mutlu olmak veya olmamak, isteyip de yapamayacak hiçbir şey yoktur, işinizi sevmiyorsanız, hemen karar verin ve durmayın, işinizi değiştirin. Mutlu olmak için hemen bir dans kursuna katılabilir hatta helikopter kullanmayı bile öğrenebilirsiniz. Yeter ki isteyin ve karar verin, bunları yapacak güç içinizde, ama bu gücü kullanmak isteyip istemediğinize karar vermelisiniz, karar sizin, isteyip de yapamayacağınız hiçbir şey yoktur…” 

Ne kadar da gerçekçi ama !!! İşimden memnun değilim hemen çorap değiştirir gibi değiştirmeliyim, zaten başka bir iş , para, seyahat, sıcak bir ofis hazır, beni bekliyor. Bu ve benzeri kitapları okuduğunuzda (ferrarisini satanlar, mor inekler ve benzerleri) kitap içinde bol miktarda başarı öyküleri ile karşılaşırsınız, sanal öyküler, daha doğrusu uydurma başarı öyküleri. Bu öykülerde verilecek ani bir kararla güç ve servet sahibi olunacağı, sağlık, huzur ve mutluluğun hemen sağlanacağına dair ikna çabaları yoğundur, örneğin kişisel gelişim gurusu (sahte peygamber demek daha doğru)  A. Robbins kitabında hemen karar vermiş ; 19 kilo vererek sevdiği kadını elde etmiş, gelirini asgari ücretten 1 milyon $’ a çıkarmış ( nasıl olduğu anlatılmamış gerçi ama olsun…), ailesiyle şatoya taşınmış, çünkü hayallerinin peşinden gitmeye karar vermiş ve bizlerin de içimizdeki devi uyandırarak hayallerimizin peşinden koşmamızı öneriyor.  Koşsana be adam, hayallerin peşinden koşsana, daha ne duruyorsun diye kendime kızıyor, hayıflanıyorum (!).

Diğer taraftan başka bir Amerika'lı William James ise çaresizliği aşmak için kendimizden hoşnut olabilmemiz gerektiğini, bunu gerçekleştirebilmek için de, her kalkıştığımız işte başarılı olmayı beklemememiz gerektiğini belirtiyor. “Eğer bir işte başarılı olma hedefimize gururumuzu ve kendimize duyduğumuz saygıyı yüklersek (ki benim çevrem böyle insanlarla dolu),  o hedefe ulaşamadığınızda yıkıma uğrarsınız. Halbuki  yöneldiğimiz hedeflerin başarıya ulaşmasını, kendimize duyduğumuz saygının ve gururun okşanmasına bağlamak yerine, gerçekleştirdiğimiz başarıları kendi potansiyelimize  göre oranlayıp değerlendirmek çok daha gerçekçi olur” demektedir. Kendine saygının,  "başarı / beklentiler" oranının yükselmesiyle paralel seyrettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz, bu oran kişisel gelişim kitaplarının çok büyük bir kısmında olduğu gibi balon öneri ve öykülerle yükseltilemez.

Çaresiz kalmamak için çarenin kendimizde olduğuna inanmamız gerekir, bunun için de çağdaş değerlere sahip ortalama bir insan olmamız yeterlidir. İçi boş reçeteler ve sanal başarı öyküleriyle dolu fantastik kitaplar okumak  ve  bunlara ilişkin kurslara-seminerlere gitmek yerine, kendi mütevazi potansiyelimizi ortaya çıkaracak basit yardımlaşma ve dayanışma  içinde yer almakta yatar çareler. Bu çarelerden ilk sırada yer alanı ise, mesleki gelişmemizin yanı sıra sosyal gelişmenin olmazsa olmazı "sanat ve kültürel faaliyetler" içinde yer almaktır. Oxford’dan Prof. Matthew Arnold’un dediği gibi, “sanat yaşamın eleştirisidir”. Sanat insani hataları düzeltmede, insan karmaşasını açığa kavuşturmada, sezgilerimizi düzeltmede, güzellikleri daha iyi algılayabilmemizde,  acıyı anlayabilmemizde, duyarlılıklarımızı güçlendirmede, empati kurma yetimizi geliştirmede, hüzün ve kahkaha yoluyla dünyaya bakış açımızı yeniden bir dengeye oturtmamızda en büyük yardımcımızdır. Kısaca  fobi ile hobi arasında bir seçim yapmak zorundasınız.  Ya çaresizlik korkusunu yaşayacaksınız, ya da bir sanat uğraşını kendinize hobi edinip sorunlara çare bulmayı kolaylaştıracaksınız.

Yani ya çaresizsiniz, ya da çare sizsiniz…

24 Oca 2013

Hoşgörmek & Horgörmek


Sözlüklerde hoşgörmek her şeyi anlayışla karşılayarak olabildiğince kabullenmek, müsamaha göstermek, toleranslı davranmak olarak tanımlanır. Latince tam karşılığı “tolerantia  olan hoşgörü  güzel bakmaktır olaya, bardağın dolu tarafını görmektir. Hoşgörüde bağışlama, unutma, alçak gönüllülük ve dünyayı daha iyi hale getirecek yolları araştırma arzusu vardır. “Müsamaha” kelimesi tam olarak karşılamıyor hoşgörüyü aslında,  çünkü müsamaha kelimesinde biraz kendini ayrı bir yere koyma, hatta biraz da yüksek bir yere koyma gibi bir anlam vardır. Hoşgörü farklılıkların birbirimize düşman olmamızı gerektirdiğini düşünmeden hayata güzel gözlerle bakabilmektir. Yenenin yenilene, güçlünün güçsüze, büyüğün küçüğe  tahammülüdür.
Hoşgörülü olmak sadece etrafındaki insanlara karsı gösterilen bir şey değildir, hoşgörülü olmak insanın zaman zaman kendisine de göstermesi gereken bir davranış biçimidir. Bir şeyi hoşgörmek aslında o şeye var olma hakkı tanımak ve saymaktır, bunu kendimize de yapmalıyız. Hoşgörü sınırları dar olan, gelişmeye ve değişmeye kapalı ve içe dönük insanlar genellikle farklılıkları kabullenmek istemezler. Bu nedenle iletişim kurmakta ve ilişkilerini sağlıklı bir şekilde sürdürmekte zorlanırlar. Farklı kişilerle ilişkiyi sağlıklı ve sürekli kılmanın ön koşulu hoşgörüdür, anlayıştır.
Ancak hoşgörmek  olumsuzluklara, cahilliğe, kötülüğe, baskıya, insan onuruna aykırı davranışlara göz yummak değildir. Sokak ortasında yere tüküren insanı, kaldırıma parkeden sürücüyü, tüm trafik kurallarını altüst edip karşısındakini tehlikeye atan şoförü, telefon açıp kendisini tanıtmadan “kiminle görüşüyorum” diye soranları, kuyrukta beklerken en öne sızmayı çalışanları hoşgörmek kabul edilebilr mi? Bu kabulleniş kendimize, belki de onlara yapılan bir kötülüktür bence.
Hoşgörü iyi insanların silahı da olabilir kalkanı da. Aynı kişiye sürekli aynı hoşgörüyü göstermek  zararlıdır,  suistimale izin verilmiş olunur. Hoşgörmek demek bazen  bana ne, boş ver, aldırma gibi çağrışımlar da yapıyor. Halbuki hiç bir olayı  sorun yok sayarak çözüme ulaştıramayız. Hoşgörü sadece bireyleri değil toplumları da birbirine bağlayan en önemli unsurlardandır. Hoşgörü, bizden farklı olanları kabullenmeyi, farklılıklardan doğan zenginliği fark etmemizi sağlar. Hoşgörü farklı açılardan hayata bakmamıza, yanlış algılamalarımızı da düzeltmemize neden olur. Empati yapmamızı, monologdan diyaloga doğru yönlenmemize neden olur.
 
Horgörmek ise sözlüklerde şöyle tanımlanır: küçümsemek, değersiz görmek, aşağılamak, bir kimseye değersiz gözle bakmak. Horgörmenin özünde saygı ve sevgi eksikliği vardır.  Horgörülü olmak, iyi ya da kötü olarak niteleyebileceğimiz bir olgunun varlığını objektif olarak kabul etmemek, üzerinde düşünmemek, buna karşın  yargılayıcı olmak demektir. Hataları için insanları ya da hatalarımız için kendimizi suçlamak, anlamaya çalışmamak, dinlemeyi bilmemek horgörmenin bir farklı şekilleridir.
Montaigne ünlü “Denemeler”inde şöyle der: “ yaşamımızı horgörmek  de gülünç bir düşüncedir aslında; çünkü yaşam bizim varımız yoğumuz,  her şeyimizdir. Daha soylu, daha zengin bir varlığı olan şeyler bizimkini kötüleyebilir; ama bizim kendimizi  horgörüp hiçe saymamız doğaya aykırıdır; başka hiçbir yaratıkta görülmeyen özel bir hastalıktır kendinden nefret etmek, yüz çevirmektir”.
Horgören insan kısa süreli mutlu olsa da uzun vadede çevresini kaybeder ve yalnız kalır, mutsuz olur. Horgörülü olmanın en büyük zararı; bizimle her anlamda zıt dahi olsalar, sevmeyeceğimizi ya da anlaşamayacağımızı düşündüğümüz insanlara,  bize kendilerini açıkça tanıtabilme fırsatı vermemektir. Son yıllarda popüler olan “güçsüz hoşgörür, güçlü horgörür, bu durumda horgörmek, güçlülere mahsus bir davranıştır” düşüncesine katılmak mümkün değildir. Horgörmeyi alışkanlık haline getirenleri zayıf kişilik karakteri olan insanlar olarak değerlendiririm ben.
 
gelin tanış olalım
işi kolay kılalım
sevelim sevilelim
dünya kimseye kalmaz

 (Yunus Emre)

23 Oca 2013

Hayata Tutunmak ya da Hayattan Kaymak


Hayata tutunmak, hayata yeniden başlamak, hayatı ıskalamak, hayattan kaymak, hayata çalım atmak, hayatı ciddiye almak, hayatla dalga geçmek…. İnsanlar hayata dair farklı  refleksler geliştirmişlerdir. Yaşadıkları duygular veya karşılaştıkları olaylar doğrultusunda yukarıda adı konmuş durumlardan bir tanesini seçerler veya seçmek zorunda kalırlar.
17 Ağustos 1999  Marmara depreminden sonra televizyonlarda izlediğim bir manzara gözümün önünden gitmiyor. Genç bir adam enkaz üstünde oturmuş sürekli “ben şimdi hayata neresinden başlayacağım” diyordu. Bu genç adam eşini, çocuklarını , belki de başka yakınlarını, evini, malını, mülkünü, işini o sayılı saniyelerde kaybetmiş,  hayata tutunmaya çalışıyordu. Hayata nereden başlayacağını çaresizce de olsa sorguluyordu.  O adam zoru seçmişti, kolaya kaçmamış, hayattan kayıp gitmek yerine  ona tutunmayı yeğlemişti. Deprem felaketinde çok sayıda aile parçalandı,  insanlar sevdiklerini enkazın altında yitirdi.  Azimleri ve yaşama olan bağlılıklarını kaybetmeyişleri onların hayata tutunmalarını sağladı.
Oysa yaşamın bir başka sahnesinde binlerce insan, çeşitli ruhsal sıkıntılarla boğuşuyor. Ya hayatlarında  yerine birşey koyamadıkları koskocaman “hiçlik”ten bunalıyorlar,  yahut da bir türlü olmak istedikleri yerlere, varmak istedikleri hedeflere, yakalamak istedikleri kişilik özelliklerine ulaşamadıkları ve ulaşamayacakları hissiyle dolu olarak, hayattan usulca kayıp gidiyorlar.

Sosyal yaşama uyum, eş ve iş ilişkileri, aşk ilişkileri, statü endişesi,  işyerindeki acımasız rekabet, siyasi veya ahlaki  fikir ayrılıkları, sevdiklerimizi kaybetme, dostlukların dönüşümsüz sonlanması,  kaybedilen-kazanılan değerler arasındaki uçurum, toplumun yargılarıyla bireysel yargıların  çatışması ve daha birçok  neden… Bunların hemen hemen hepsi birer  yüktür insana. Herbiri  başlıbaşına birer travmadır.
Bu yüklere, travmalara karşı dirençli olmayı, ayakta durmayı ve hayatta kalmayı denemek zorundayız.  Buna hayata tutunmak diyoruz. Aksi  ise teslim olmak, direnmemektir ki, buna da hayattan kaymak diyoruz. Hayattan kaymak ona tutunmaktan çok daha kolaydır, bırakıverirsiniz  sadece… Belki itile-kakıla hayatı iyice öğrendik, belki güven duygumuzu kaybettik  ya da kaybetmeyi çok erken öğrendik. Budur hayattan kayıp gitmenin bir nedeni belki de.
Aslında hayata başlarken eşit başlanmıyor, hayat yarışında aynı çizgiden yarışa girilmiyor. Bedenen sağlam olanlar fiziksel engeli olanlara, varlıklılar yoksullara, kolejde okuyup yabancı dil öğrenenler tek derslikte veya taşımalı  eğitim görenlere, sanayi ve kültürel olarak gelişmiş bölgelerde doğanlar geri kalmış bölgede doğanlara göre yarışa hep bir adım önde başlamaktadırlar, ama yarışı her zaman önde başlayanlar kazanmıyor ki !!!
Hayatımızın merkezine sürekli başkalarının onayını,  güvenini, sevgisini ya da beğenisini kazanmayı koyduğumuz zaman bunların bir nebze eksilmesi halinde kolaylıkla mutsuz olacağımızı görmemiz gerekir. Karamsarlıktan sıyrılıp pozitif bir enerji duyacak bir uğraş, bir hobi  bulmalıyız. Bu yeri gelince bir sanat dalı olabilir, bir spor uğraşı olabilir, güç kuvvet de isteyebilir, beceri de. Ama hepsinden önce yüreğinizle yapmanız gerekiyor bu işi. Çünkü akıl ne derse desin, yürek istemedi mi, çok zordur  başarılı olmak. Yüreğinizi güçlü kılan ise özgüvendir.
Özgüvenimiz olmadığında gerekli beceriye ve deneyime sahip olduğumuzu bilsek dahi, önceden hiç yapmadığımız bir işle karşılaştığımızda endişe duyarız, özellikle karar vermede zorlanırız. Özgüven değişkendir, bazen kendimizi daha güvenli ve güçlü, bazen de zayıf ve güvensiz hissederiz. Eğer huzurlu ve güvenli  bir yaşam sürmek yaşamınızda bir öncelikse sadece becerili ve yetenekli olmanız yetmez, bu yeteneklerinize sahip çıkmanız, becerilerinizi sergilemeniz de  gereklidir. Özgüveni artırmanın bir yolu da, yaşamdaki başarılarımızı hatırlamaktır.
Uzun sayılabilecek mesleki yaşamımın son yıllarında genç doktorların gittikçe yükselen bir grafik tablosu içinde mutsuz olduklarını, bunların azımsanmayacak bir kısmının ise umutsuz oldukların gözlemlemekteyim. Bu meslektaşlarım hayata tutunmakta zorlanıyorlar. Geçim sıkıntıları, meslekte bekledikleri saygın ortamı bulamama, nitelikli bir tıp eğitimi gör(e)memenin ezici baskısı, yaz-boz tahtasına dönüşen zorunlu hizmet, gece değişip sabah uygulamaya konulan genelgeler, siyasi kararlar karşısında yorgun düşüş, yetkililerin hekim karşıtlığı söylemleriyle artan fiziksel saldırılar, uzmanlaşmadaki çarpıklıklar ve bunlar gibi onlarca neden sayabiliriz bu olumsuz gidişe neden olan.  Bu genç hekimleri hayata asılmamakla suçlamak biraz haksızlık değil mi? Bir tarafta “bıçak-yatış parası” gerçeğine objektif ve tarafsız yaklaşmaktan çekinen mesleki korumacılık, diğer tarafta sözüm ona “bıçak parasını önleme projesi” ile ortaya çıkan ancak bu projeyi  vulgar bir söylemle hekim düşmanlığına dönüştüren bir anlayış  tabak  gibi gözümüzün önünde duruyorken bu genç doktorlar hayata asılmayı ne derecede isteyebilirler ki ?

Zaman zaman çok umutsuzluğa kapıldığımız, bir işten, bir eşten,  hatta yaşamdan bunaldığımız anlar olur ve bir çıkış ararız. Sıkıntılarla baş edemeyeceğimizi düşündüğünüzde, çaresizlik içinde kıvrandığınızda, sığınacak bir liman aradığınızda  Andre Gide’in sözünü hatırlayın,  "açılmamış kanatların büyüklüğü bilinmez!  Siz de açın kanatlarınızı, görün onların büyüklüğünü, çırpın onları yavaş yavaş, havalanın gökyüzüne, ruhunuzun özgürlüklerini götürün güzelliklere ve umuda, tutunun hayata, hem de sıkı sıkı.
Nazım Hikmet’in söylediği gibi ;                                                                                               

   Yani öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
    yetmişinde bile, mesela zeytin dikeceksin,
                 hem de öyle çocuklarına filan kalır diye değil,
                                    ölmekten korktuğun halde ölüme
                                               inanmadığın için,
                 yaşamak, yani ağır bastığından.                                                                                                             

22 Oca 2013

VEFA


Vefa bir borçluluk hissidir, sevgiyle bağlı olmadır, sevgiyi sürdürmedir, hatır bilmektir. Güvenle birliktedir, zor kazanılır ve kolay kaybedilir. Bazen tam da ona ihtiyacınız olduğu bir anda ortaya çıkar, bazen de beklersiniz gelmesini, Godo’yu bekler gibi.  Vefa değerli birisini kaybettikten sonra aklımıza gelen bir duygudur. Önemli olan insanlara yaşarken de vefa göstermektir. Ama genelde bu duygu ölümden sonra ortaya çıkıyor nedense.

Aslında vefayı hak ettiğine inanarak başkasından beklemek, istemek ayıptır, hatta hak eden birisine karşı vefa duymamaktan bile daha çok ayıptır. O zaman bu yazıyı neden yazıyorum ki , ayıp ettiğimi bile bile …  Vefa günümüzde gittikçe kaybolan insani bir duygudur, insan ilişkilerinde yoğun yaşanılması gereken bu duyguyu sadece hatırlatmak istedim, çünkü vefa göstermemek, vefasızlık çok kolaydır, unutuverirsin gider...

Vefasızlığın örneklerini siyasetten sanata, tıptan günlük yaşamda her alanda görmekteyiz. Bu konuda Semmelweiss’ın hazin öyküsünü hatırlarım her zaman.
Macar kadın-doğum uzmanı  Ignaz Philiph Semmelweiss (1818-1865).  Çalıştığı Viyana hastanesindeki doğum koğuşunda, doğum sonrası ölümlerin çokluğunu sorgular, bunların otopsilerine girer, 1847’de meslektaşı Kolletschka’nın böyle bir hastanın otopsisi sırasında elini bistüri ile kesmesinin hemen ardından yüksek ateş ve septisemiden ölmesi üzerine meslektaşına yapılan otopsiye girerek onda da doğum sonrası ölen kadınlardakinin aynı otopsi bulgularını görür. Bistürinin enfeksiyona neden olduğunu anlar. Bunun üzerine bazı kurallar koyar; hasta ziyaretlerinden önce eller sıkıca yıkanıyor, koğuşlar her gün kalsiyum klorür ile temizleniyordu. Sonuç mükemmeldi, enfeksiyon nerdeyse kalmamıştı. Semmelweis bu bulgularını Viyana’da açıklar, ancak meslektaşlarının hücumuna uğrar ve sonuçta işten çıkarılır. Budapeşte’ye  geri döner, orada da benzer uygulamalarla mükemmel sonuçlar elde eder, ve 1861’de “die aetiologie der Begriff und die Prophylaxis des Kindbettfiebers”  isimli çalışmasını yayınlar. Orada da meslektaşları tarafından dışlanır. Çalışmaları  ancak 20 yıl sonra kabul görür. Semmelweiss 47 yaşında yokluk ve yoksulluk içinde çıldırarak bir hastanede ölür. Öykümüz böyle, neyse ki  Fransız Edebiyatı’nda önemli bir isim aynı zamanda bir tıp doktoru olan Louis Ferdinand Celine, 1924 yılında tıp doktorluğu tezini  Semmelweiss” üzerine yazarak bir vefa borcunu dünya tıbbı adına ödemiştir.


Başka bir örnekten de bahsetmek istiyorum. Amerika’da Boston tıp Fakültesinde ünlü cerrah Warren’in yaptığı boyundan bir tümör çıkarılması sırasında 16 Ekim 1846’da eterin ilk kez W.T Green Morton tarafından kullanıldığı yakın zamana kadar kabul görüyordu. Ancak eteri ilk klinik kullanıma sokan kişinin Dr. Crawford Long olduğu ortaya çıkınca vefa örneği gösterilip adına anıt dikilmiş ve eteri kullandığı 30 Mart 1842 tarihi  Amerika’da  doktor günü olarak kutlanmaya başlanmıştır.

Ülkemizde  Cemil Topuzlu Paşa’ya gösterilen vefa iyi bir örnektir, ancak aynı vefa Türk Tıbbını uluslararası tıp camiasında çok daha fazla tanıtan kendi adıyla anılan hastalığı bulan Hulusi Behçet’ten esirgenmiştir. Bu büyük bilim insanı adına kurulmuş ne bir vakıf, adı verilmiş ne bir cadde, ne bir ulusal kütüphane ne de bırakın Tıp Fakültesini bir Yüksek Okul veya Enstitü yoktur.


 
Yeri gelmişken çok sık yapılan bir yanlışı da vurgulamak gerekir. “Ahde Vefa” (Pacta Sund Servanda), aslında bir hukuk terimidir, iyi niyet ilkesine dayanan , devletlerin yaptıkları anlaşmalara riayet edecekleri düşüncesi ile ortaya çıkmış bir kuraldır. Ahd, iki tarafın sözleşmesi demektir, ahde vefa, verdiği sözü yerine getirmek olur ki sadece devletler hukukunda değil, borçlar hukukunda, İslam hukukunda da yer alan yazılı olmayan bir kuraldır. Tam karşılığı verilen sözün tutulmasıdır.  Halk arasında genel olarak yanlış kullanılmaktadır, her türlü vefa içeren duyguların ifadesinde kullanılmaktadır, oysa  sadece "vefa"  kelimesini kullanmak doğrudur. Vefasız davranış içinde olanlara hemen "ahde vefa" hatırlatılır ki, yanlıştır. Bireyler arası sosyal davranışlarda "vefa"dan bahsedilir, "ahde vefa"dan değil. 

Sokrata (MÖ 470-399) Atina’lı gençlerin ahlakını bozmak ve Atina tanrılarına inanmamak suçuyla ölüm cezası verildiğini bilirsiniz. Yetmiş yaşındaki filozof cezasının yerine getirilmesi için götürülürken karısı arkasından bağırır. “ sana haksızlık ettiler”. Sokrat karısına döner : “sus öyle söyleme ya haklı olsalardı ?” Nereden mi hatırıma geldi bu anekdot ? Bilmem ! Öylesine işte….
 

DEĞERLERİMİZE SAHİP ÇIKMAK


Gallup’un yaptığı bir araştırmada ABD’de fakülte son sınıf öğrencilerinin % 40’ının Amerikan İç Savaşı’nın hangi tarihte olduğunu bilmediğini, yetişkin yaş grubundaki Amerikalılar’ın  % 22’sinin Japonya’ya atom bombası atılıp atılmadığı konusunda bilgilerinin olmadığını okuyunca (Washington Post, 01.11.1995)  çok şaşırmış “ yazıklar olsun” demiştim. Büyük konuşmuşum…

Tıp Fakültesi’ni bitirip, üstüne bir de 4-6 yıl uzmanlık eğitimi gören yüzlerce hekimle karşılaştım, bir kısmının uzmanlık sınav jürilerinde bulundum, konuştuğum zaman bu genç doktorların azımsanmayacak bir kısmının Hipokrat’ın, Galen’in kim olduklarını bilmediklerini üzülerek, içim burkularak gözlemledim. Ancak yukarıda sözünü ettiğim gazete haberindeki vahim eksikliklerin sorumlularının  Amerikalı’lar ya da bizim genç doktorlarımız olduğunu söylemek ne derecede doğru olur ki ? Toplumdakilere ne sunarsanız, ne kadar sunarsanız o kadarını alırlar. Bizler  Tıp Fakülteleri’mizde “sosyal tıp, tıp tarihi, tıbbi etik, tıp ve sanat, tıp hukuku, felsefe  vb” konuları ne kadar sunuyoruz ki, buralardan mezun olan genç doktorlarımızdan bazı şeyleri isteme hakkımız olsun !

Hipokrat’ın Bodrum’dan bir el uzatma mesafesindeki İstanköy (Kos) adasında yaşadığını, hocasının Selymbria’lı (Silivri)  Herodikos olduğunu, Atina’ya hiç gitmediğini, hekimliğini “İyonya” denilen İzmir ve hinterlandında uyguladığını, gözlem ve mantığa dayalı tıbbi araştırmanın temelini attığını, tanrıları bir tarafa bırakarak tapınaklardan yani   asklepion’lardan çıkarak “gezgin hekim” dönemini başlattığını, kutsal hastalık kabul edilen epilepsinin (sara hastalığı) beyinle ilgili olduğunu ileri sürdüğünü, Hipokrat öğretisinin ana öğelerinin “tümünü gözle, hastalığı değil hastayı izle,  doğaya yardımcı ol” gibi  her çağda geçerli öneriler olduğunu  ve   tıp sanatının kapsamı acıları yok etmek ya da en azından hafifletmektir, buna inanmayanlar bile bunun varlığı ve gücünün kanıtı ile iyileşebilir” sözleriyle hekimlikteki sanat olgusunu vurguladığını  tabii ki bilemezler.

 
Galen’in (Galenos) Bergama’da  129 yılında doğduğunu ve bu şehirde büyüdüğünü, on kafatası sinir çiftinden yedisini keşfettiğini, üçyüz’den fazla eseri olduğunu, anatomi , fizyoloji ve eczacılık bilimine katkılar sağladığını, arenada  yaralanan gladyatörleri tedavi etmekle görevli tarihin ilk maaşlı cerrahı olduğunu, Roma İmparatoru Marcus Aurelius  da dahil üç imparatora hekimlik yaptıktan sonra tekrar Bergama’ya dönerek 199 yılında burada öldüğünü, nabız sayısını hastalık-sağlık dengesinde ölçü olarak kullanan ilk hekim olduğunu, 1500 yıl Avrupa tıbbına hükmettiğini  anlattık mı ki  bilsinler genç doktorlarımız.


Bizler sahip çıkmamışız ki Hipokrat’a, Galen’e… Dünya bu iki büyük hekimin birincisini Yunan, ikincisini Roma Uygarlığı içinde gösterirken karşı çıkmamışız, susmuşuz, halen de susuyoruz. Hekimlik ve sağlık bilimlerinin  öncülerinin Eski Yunan’lı  olmadıklarını,  İyonya’lı  olduklarını,  hekimlik tanrısı Asklepius’un Zeus’un değil, Apollon’un oğlu olmasının hekimliğin Anadolu’dan çıkıp beslendiğinin kanıtı olduğunu,  çünkü Zeus’un  Eski Yunan olmasına karşın Apollon’un İyonya’lı yani Anadolu’lu olduğunu onlara anlatmamışız ki…Eski Yunanistan’da  Romalı’lar dönemine kadar bir kitaplık yokken, parşömenin keşfedildiği Bergama’da devrin en büyük kütüphanelerinden birinin var olduğunu hangi kitaplarımızda yazmışız, nerelerde anlatmışız ?

Neden bir Hipokrat Üniversitemiz yok, neden bir Galen Tıp Fakültemiz yok ? Buna karşın Demirel’den Bayar’a, Menderes’ten Özal’a, Abdullah Gül’den  Recep Tayip Erdoğan’a  kadar  yaşayan-ölen siyasilerimizin hepsinin adına birer Üniversite kurmuşuz. Asli görevleri eğitim ve araştırma  olan bilim merkezleri üniversitelerimize bilim ile ilgileri yok denecek kadar az olan siyasilerimizin ismini vermekle bu üniversiteleri yüceltmiş mi oluyoruz şimdi ?

Sahip çıkmak sözlükte şöyle tanımlanır:  kendinin olduğunu ileri sürmek, korumak, koruyucu olmak, ilgilenip gözetmek.    Artık bizlerin de gerçek değerlerimize sahip çıkmamızın zamanı geldi, geçiyor, başkalarının sahiplendiği değerlerin,  çağlar boyu göç eden medeniyetlere bir köprü olan, dünyanın en büyük açık hava müzelerinden Anadolu’ ya ait değerlerin bizim  değerlerimiz olduğunu her yerde söylemeli bunları korumalıyız, zaman kaybetmeden hemen şimdi….

17 Oca 2013

Nankörlük Kalıtsal mı?


Babam kırdı beni ilkönce babam,
Dosttan gördüm kahrın daniskasını.
Nankör çıktı iyilik ettiğim adam,
Sevdiğim kız da savdı sırasını.

Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Gariplik” isimli şiiri yukarıdaki  masum şikayet mısraları ile başlar. Şairin şiirine ilham olan “nankörlük” ne ola ki?  Sonradan edinilen bir huy mu, yoksa genetik geçişli, kalıtsal bir olumsuzluk, hatta hastalık mı?
Tanımıyla başlayalım nankörlüğün otopsisine. Kelimenin Farsça kökenli olup  nan” ekmek, nimet, iyilik, ile “kur” yani  görmeyen anlamındaki kelimelerden oluşarak,  nân-kur”,  iyiliği görmeyen anlamına geldiği görüşü vardır. Ayrıca Fransızca” non-coeurkalpsiz  anlamına geldiğine dair pek taraftar bulmayan bir başka görüş  de vardır. Kökeni ne olursa olsun nankör  gördüğü iyiliği unutan”,  halk deyimiyle “tuz, ekmek hakkı bilmeyen” demektir.
Nankörlükte zıddiyet, karşıtlık şarttır gibi görülmektedir, örneğin patrona göre işçi, işçiye göre patron nankördür, terk eden sevgili terk edilene göre nankördür, amir memura, memur amire karşı nankördür. Aslında pek de doğru değildir bu karşıtlık tezi. Aynı konumda, aynı şartlardaki insanlar arasında da nankörlük olabilmektedir. Temel mesele zıtlık değil, çıkar çatışması veya çıkar birliğinin bozulmasıdır bana göre. “Sevgililer arasında ne çıkarı olabilir ki?”  diye itiraz ederseniz sevgi ve aşkın da bir çıkar ortaklığı, iki tarafa da kazandıran bir duygu ortaklığı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Koşulsuz sevgi diye bir kavram edebiyat kitaplarında, düşlerde vardır ancak. Aynı şekilde milletvekili ile partisi, vatandaş ile hükümeti ve devleti arasında da menfaat birliği vardır. Bu birlik bozulduğu zaman karşılıklı nankörlük iddiaları söz konusu olur, olmaktadır da nitekim.
Belki de acımasızca olacak ama  “yaptığı iyiliğin en azından takdir edilmesini bekleyen saf kişilerin karşılaştığı bir durumdur” nankörlük. Daha net bir yaklaşımla, sen de mi Brütüs? “  dedirten olaydır nankörlük. Nankörlüğün en yakın arkadaşları vefasızlık ve bencilliktir. "Yapılan iyiliği asla unutmayıp, yaptığınız iyiliği unutun” diye bir söz vardır ya , nankörlükle karşılaşma haline karşı bir teselli sözüdür bence.

Gerek tarihte yaşanan olaylara gerekse altmış yıla yaklaşan yaşam tecrübeme dayanarak şunu söyleyebilirim. Nankörlük insanın yaradılışında vardır tezini doğrulayacak hiçbir kanıt yoktur, tam tersine nankörlük belirli konumlara gelince, belirli kazanımlar elde edilince, çıkar birlikteliklerini sonlandırma gereği hissedilince yapılmaktadır, yani zaman ve mekana bağlı olarak ortaya çıkmaktadır, statülerin beslediği sonradan kazanılan bir huy, hatta hastalıktır. Doğuştan değildir, kalıtsal değildir, bu nedenle nankör insanların ana-babaları, ataları töhmet altında tutulmamalıdır.

 
Bu kötü huyu hep hayvanlara yamamaya çalışırız, yok kedi nankörmüş, yok köpek nankörmüş, yok karga nankörmüş... Şiirler şarkılar yazılır “nankör kedi”diye. Nankörlük insana mahsustur dostlar, en büyük ve tek nankör canlı, insandır.
Kuran’da yirmi kadar surede nankörlük geçer örneğin;  Âdiyât Sûresi - 6. âyet :
“Şüphesiz insan, Rabbine karşı çok nankördür”,
Bakara Sûresi -152. âyet:
“O halde beni anın, ben de sizi anayım. Bana şükredin de nankörlük etmeyin”. Kuran’daki nankörlük kavramı tanrıya karşı özünü kaybeden, imanı içine tam olarak sindiremeyen insanlar için ifade edilmektedir. Kuran’ı referans alanlar bu kavramı  bu şekilde kısıtlı kalarak değil, evrensel değerlerle de bağlantı kurarak yorumlamalıdırlar.

Nankörlükle ilgili bazı güzel tanımlar;

·        Nankör bir evlada sahip olmak, yılan dişinden daha acı verir. (W.Shakespeare)

·        Nankörlük, zayıf insanların işidir. Kudretli insanlar içinde asla nankör olana rastlamadım. (W.Goethe)

·        Nankörlük, kusurların en büyüğüdür ve eğer insanlar unutkan olmasalardı, hiçbir nankör olmazdı. (W.Goethe)

·        İnsanlara kendilerini nankörlüğe mecbur edecek kadar büyük hizmetlerde bulunmayınız. (H.Balzac)

·       Nankör insan, her şeyin fiyatını bilen fakat hiçbir şeyin değerini bilmeyen kimsedir. (Oscar Wilde)
Nankörlükten arınmanın, ona karşı savaşmanın en sağlıklı yolu, sanırım büyütmeye ve şişirmeye doyamadığımız “egomuzu” törpülemek, kontrol altına almaktan geçer. Diyeceksiniz ki nerden çıkardın bu sevimsiz konuyu şimdi ? Yapılan iyilikler, dostluklar, özveriler bir kalemde silinip hiçe sayıldığında, ister istemez nankörlük  sorgulanıyor! “Asıl körlük nankörlüktür " diyor  Hacı Bektaş-ı Veli. Ne güzel bir söz… 
Yazımızı gülümseyerek noktalayalım: “adam bir arkadaşını yanında işe alıyor, bir kaç yıl sonra da arkadaşı buna büyük bir kazık atıyor, zavallı adam  arkadaşının böyle bir şey yapmasına inanamadığını, bu nankörlük ile  hayatının alt üst olduğunu söyleyerek doktora gidiyor. Psikiyatr’ın adama verdiği cevap şöyle; “bir de tanrıyı düşünsene !!!”

 
Jean-Baptiste Greuze (1725-1805) ,The Punishment Of Filial Ingratitude (nankör evladın cezası) 

14 Oca 2013

ÇELİŞKİ



Büyük çelişki, uzlaşmaz çelişki, yaman çelişki, baş çelişki…. "Hiçbir barış zaferi, savaşın üstün zaferi kadar büyük değildir” . Bu sözlerin sahibi 1906’da NOBEL Barış Ödülü alan, Amerika Birleşik Devletleri’nin 26. Başkanı Theodore Roosevelt’e ait. Kabadayı ve saldırgan, savaş ve macera düşkünü (bu yazıyı yazmama neden olan) böyle bir adama böyle bir ödülü vermek çelişki değil mi ?
 "Bu cama ilan yapıştırmak yasaktır "  yazısını o cama asmanız bir çelişki midir? Ya da “sessiz olun” uyarısını bağırarak söylemek nasıl bir açıklama ile mazur gösterilebilir?  Çok sevdiğim bir şiir var, şimdi adını hatırlayamadım” demek çelişkinin tanımına uyar mı sizce?  50 yaşındaki bir erkeğin 20 yaşında bir kadınla birlikteliğini normal, 50 yaşındaki bir kadının 20 yaşındaki bir erkekle birlikteliğini anormal kabul etmek çelişkiye örnek olabilir mi?  


Örnekleri çoğaltmak zor değil, gelin çelişkiye düşmeden çelişkiyi irdeleyelim. Çelişki, sağ duyumuzun bize imkansız olduğunu söylediği şeyleri önermektir.  Doğruluk değeri  her zaman yanlış olan önermeler çelişkidir. Aynı anda iki farklı olgunun olabilir durumda görülmesine rağmen  aynı anda doğru olması mümkün olmayan önermeleri bir arada sunmaktır çelişki. Asıl olan ile görünen arasındaki orantısız ilişkidir de diyebiliriz.  İnsanı güvenilmez kılan görüş,  davranış ve söylemlerdir diye de tanımlanabilir. Çelişkiler fikir yürütmenin gıdasıdır, yaşayan, değişen ve dönüşen herşeye hareketini sağlar. Çelişki, iki zıt kutbun birbirlerine dönüşmesi olarak da tanımlanmıştır.

Siyah-beyaz zıtlığından farklı bir şeydir çelişki. Tezat, karşıtlık gibi kavramlardan da farklıdır. Paradoks sözcüğü bazen çelişki sözcüğünün eş anlamlısı olarak kullanılır, ama doğru değildir bu. Paradoks görünüşte doğru olan bir ifade veya ifadeler topluluğunun bir çelişki oluşturmasıdır. Çelişki ise içinde iki zıt varlık veya olay barındıran önermedir. Paradoks’ta doğru kabul edildiğinde kendini yanlış kılan,  yanlış kabul edildiğinde kendini doğrulayan önerme vardır. Örneğin “odam kireç tutmuyor” şarkısındaki  "sevda baştan gitmiyor sarılıp yatmayınca" dizeleri.  Yahu sevdiğine sarılıp yatarsan o sevda daha da çok içine işlemez mi ?  Ya da bir kez veda niyetine  sarılıp yatarsın ve bu işi kafandan atarsın, mümkün mü ?  İkisi de doğru, ikisi de yanlış olabilir aslında, burada bir çelişkiden çok bir paradoks vardır. Buna karşılık Charles Bukowski’nin  tabii ki bir insanı sevebilirsiniz, eğer onu yeterince tanımıyorsanız” sözünde ilk bakışta bir çelişki var gibi görülse de buradaki önermenin sevmek ve tanımak arasında aynı anda orantılı bir ilişki kurabildiğini, dolayısıyla çelişki içermediğini fark edersiniz.  Bir ortaklık veya beraberlik başarıyı birlikte getirmiş ve taraflar bunu karşılıklı vurgulamış olsun ancak taraflardan biri yoluna yalnız devam etmekle başarıyı sürdüreceğini ileri sürmüş olsun; burada bir çelişki var mıdır? Kesinlikle yoktur, bu bir tercihtir. Aynı anda iki durum bir arada  bulunabilir. Yani başarı tek kişiyle sağlanmaz denilemez. 
Çelişkiler hayatı zorlaştırır, insanı yorar da diyebiliriz, hayatı renklendirir, monotonluktan kurtarır diye de düşünebiliriz. Çelişki hep bizimle beraber olandır. Hiç kimse düşüncesinde, duygularında, hareketlerinde çelişki olmadan yaşamında bütünlük sağlayamaz  düşüncesini kabul edersek rahatlarız diye düşünüyorum.


Atasözlerinin birbiriyle çeliştiğinin farkında mısınız ? Bir taraftan diyorsunuz ki   fazla mal göz çıkarmaz hemen arkasından “azıcık aşım ağrısız başım”ı dayıyorsunuz. Veya “eğri otur doğru konuş” derken ama “doğruyu söyleyeni dokuz köyden kovarlar” diye de uyarıyorsunuz. Bu ne çelişki böyle!
Sosyalist jargonda yer alan “baş çelişki”den de kısaca söz edelim. Baş çelişki, Mao’nun dünya halkları ile SSCB arasındaki (ezilen halklar ile emperyalizm arasındaki)  durumu tanımladığı bir sözcüktür. Günümüzde siyasi literatüre yerleşmiştir. Örneğin, “Ortadoğu'daki baş çelişki, emperyalist sistem ile İran arasındadır” düşüncesinde yer aldığı gibi.
Bir yerde okumuştum, “çelişki tanrı'nın cennet ve cehennemiyle başlar” diye, kutsal kitaplarda çelişkili çok sayıda ifadenin yer aldığı,  ayrıca kendi aralarında da yani Kuran ile Tevrat arasında ve  Kuran ile İncil arasında da  çelişkiler olduğu iddia edilmektedir. İncil’de 100’ün, Kuran’da 60’ın üstünde çelişkili ifadelerin yer aldığı ileri sürülmektedir. ( http://panteidar.wordpress.com/2009/10/27/kurandaki-celiskiler/ )

İnsan algılarını açıklama ve davranışlarının kaynağını öğrenme amacıyla yapılan çalışmalardan birisi de  Bilişsel Çelişki”  kuramıdır. Örneğin sigara içen bir kişi sigaranın sağlığa zararlarını bilir. Sigara içen kişi bir doktor olsun. Bu durumda doktorun tüm bu zararları bilmemesi imkânsızdır. Peki, neden ısrarla sigara içmektedir? Bu davranışı biçimi bilişsel çelişki kuramına göre açıklanmaktadır. Bu konuya başka bir yazıda değinelim.

Yusuf Hayaloğlu’nun sözleri ve Ahmet Kaya’nın “Yorgun Demokrat” albümünde içimize işleyen yorumuyla çelişki , “Hani Benim Gençliğim Nerde” diye sorgulanıyor.

hani benim gençliğim nerde
bilyalarım topacım
kiraz ağacında yırtılan gömleğim
çaldılar çocukluğumu habersiz
penceresiz kaldım anne
uçurtmam tellere takıldı
hani benim gençliğim nerde

ne varsa bu gençliği yakan
ekmek gibi aşk gibi
ne varsa güzellikten yana
bölüştüm büyümüştüm
bu ne yaman çelişki anne
kurtlar sofrasına düştüm
hani benim gençliğim nerde

hani benim sevincim nerde
akvaryumum kanaryam
üstüne titrediğim
kaktüs çiçeği
aldılar kitaplarımı sorgusuz
duvarlar konuşmuyor anne
açık kalmıyor hiç bir kapı
hani benim gençliğim nerde

yağmurları biriktir anne
çağ yangınında tutuştum
hani benim gençliğim nerde
Çelişki kaçınılmaz gibi görülüyor, öyleyse çatışmasız bir yaşam dileklerimle.