Sayfalar

27 Kas 2011

ESNEMEK












Esnemek, ağızın olabildiğince açıldığı  ve gözlerin kısıldığı veya kapatıldığı, bazen sesli    bazen sessiz  gerçekleştirilen bir eylemdir. İlginç olanı bulaşıcı bir eylem olmasıdır, evet karşınızda birinin esnediğini görünce siz de esnersiniz, ondan size bulaşır esneme eylemi. Bunun nedeni  henüz tam olarak açıklanamamıştır. Aslında esnemenin nedeni dahi henüz tam olarak bilinmemektedir.
 
Esnemek sadece insanlara has değildir. Kedi, köpek, fare ve daha birçok hayvan da esneyebilmektedir. Ancak insanların aksine hayvanlar  daha çok dikkat gerektiren işler yaparken, hatta heyecanlanıp sevindiklerinde esnerler. Evdeki  can yoldaşım  Argos’a “kemik, büsküvi, ekmek” dediğim zaman önce kulaklarını diker, bekler, sonra da  esner.   MÖ IV. yüzyılda Hipokrat esneme ile,  beyinden "kötü hava"nın çıkması sağlanarak yerine "iyi hava" girmesinin sağlandığını ileri sürmüştü.
 
Esnemek ile oksijen ve karbondioksit seviyeleri arasında  bağlantı olduğu iddia edilse de, bu görüş deneklerle yapılan çalışmalarla desteklenememiştir. En çok sabah kalktıktan sonra ve gece uykumuz geldiği zaman esnediğimiz göz önüne alınarak, uykunun istenmediği durumlarda refleks olarak beynin  uyarıldığı böylece  bir şekilde uyanık kalınmayı sağladığı yönünde bir görüş ileri sürülmüştür. Uyumaya çalışırken, yeni uyandığımızda veya yorgun hissettiğimizde daha fazla esniyoruz  şüphesiz. Belki de esneme bizim uyanık kalmamıza yardımcı oluyordur. Araştırmacılar insanlarda esnemeyi tetikleyerek ensefalografiyle beyin faaliyetlerini incelemiş.  Esnemenin beyindeki aktiviteyi arttırdığına dair herhangi bir kanıt ortaya çıkmamış.
 
Frontiers in Evalutionary Neuroscience isimli dergide yayınlanan çalışmada esnemenin mevsimlere göre değişiklik gösterdiği, insanların  kış aylarında yaz mevsimine oranla daha fazla esnedikleri yazmakta.   Journal of Neuroscience & Biobehavioral Reviews dergisinde yayınlanan bir makalede ise  bu konuyla ilgili çok sayıda teori sunuluyor ancak hangisinin doğru olduğuna dair henüz yeterli kadar kanıt olmadığı belirtiliyor.
 
Şizofrenlerin nadiren etraflarında esneyen insanlardan etkilenerek esnedikleri saptanmış bunun üzerine bulaşıcı esnemenin psikolojik boyutu üstünde yoğun çalışmalar yapılmıştır. Esnemeye yatkın olan kimselerin “empati seviyelerinin” yüksek olduğu, yani kendisini başkalarının yerine koyma becerisinin yüksek olduğu kişilerin,  kendini karşısındakiyle özdeşleştirip, farkında olmadan onu taklit etmeye başlaması, dolayısıyla esneyen birini görünce kendisinin de esnediğini ileri süren bilim adamları vardır. Buna empatik refleks deniyor. Beş yaşın altındaki çocuklarda esnemenin  bulaşıcı  olmaması da bu görüşü destekler nitelikte. Otistik çocuklarda yapılan çalışmalarda da empati seviyesi ile esnemenin bulaşıcılığı arasında açık bulgular saptanmıştır. İnsanların % 55’i  başkasının esnemesini gördükten sonra beş dakika içinde esnerler.   Bu görsel teoriyi desteklemeyen durumlar da vardır, örneğin ; körlerin  insanların esneme sesini banttan dinledikten  sonra esnemeleri, veya esneme ile ilgili bir yazı okuduktan sonra esnemenin sıklıkla gerçekleşmesi gibi.
 
Esnemenin bulaşıcı olduğu yıllardır bilinen bir gerçek, 1508 de Roterdam’lı Erasmus  bir insan esnerse öbürü de esner” demiştir. Maya uygarlığında esneme ile ruhun bedenden o an için ayrıldığına inanılmıştır. Hatta 17 ve 18. yüzyıllarda mahkemelerde esnemek mahkemeye saygısızlık kabul edilerek cezalandırma sebebi  görülmüştür.

 
Esnemek istemdışı bir davranıştır. Onbir  haftalık fetüsün dahi anne karnında esnediğini tespit edilmiş. Hem burnumuzla, hem de ağzımızla nefes alabilmemize rağmen, kapalı ağızla esnemek mümkün değildir. En çok ve sık esnemenin olduğu zaman, sabah uykudan kalkma vaktidir. Ortalama bir esneme altı saniye sürer. Esnerken kalp hızında yüzde 30 artış olabilir. Gerginlikte de esneme sıklıkla görülmektedir.

Selektif serotonin geri alım inhibitörleri (SSRI)  cinsi antidepresan alanlarda özellikle ilaç kullanımının ilk üç ayında esneme sıklığının arttığı gözlenmiştir, bu nedenle  dikkatler  beyindeki duygular, ruh hali, iştah gibi durumlar üzerine etkili olan serotonin başta olmak üzere bazı nörotransmitterler üzerine çevrilmiştir.  Leeds Üniversitesi'nde psikoloji alanında önemli çalışmaları olan  öğretim görevlisi Dr  Catriona Morrison, “bulaşıcı esneme çok ilginç bir davranış, işitsel bir işarete gerek yok, görsel bir işaret bile gerekmez - sadece okumak veya düşünmekle esnemeye başlarsınız” demektedir. Son nöro-görüntüleme çalışmaları esneme olduğu  zaman ve esnemeye tepki verildiği zaman,  beynin aynı bölgesinin etkilendiğini göstermiştir. Yine Leeds Üniversitesi’nde esneme kavramını test etmek için psikoloji ve mühendislik okuyan öğrenciler üzerinde bir çalışma  gerçekleştirilmiş. Her öğrenci, 10 dakika içinde 10 kez esneyen  bir arkadaşı ile bir bekleme salonunda tutulmuş, diğer öğrencilerin yanıt olarak ne sıklıkta esnediği kaydedilmiş. Her katılımcıdan, daha sonra,  empatik becerilerini gösteren bir testi tamamlamaları istenmiş. Sonuç empati testlerinde daha yüksek puan alanların bulaşıcı esnemeye en fazla  yakalananlar olduğunu göstermiş. Psikoloji öğrencilerinin bulaşıcı esnemeye daha duyarlı oldukları, mühendislik öğrencilerinin ise  empati testinde anlamlı olarak daha yüksek puan aldıkları görülmüş.
 
İster can sıkıntısından esneyin ister endişeden, ister soğuktan esneyin ister yorgunluktan, ister uykunuz geldiğinde esneyin ister birisinin esnemesinden, esnemek rahatlatıyorsa esneyin esneyebildiğiniz kadar.

Yazımızı iki Fransız ressamın eserleriyle sonlandıralım. Joseph Ducreux’un (1735-1802) esnerken “otoportre”si ve Edgar Degas’ın (1834-1917) “ütü yapan iki kadın” isimli tablosu.









             

24 Kas 2011

PİSMANLIK

  
             

      
“En çok pişman olduğum şey, pişman olacağım diye yapamadıklarım ve dokunamadıklarımdır  diyor W. Shakespeare.  Pişmanlık ikiye ayrılabilir; ilki geçmişte verilmiş yanlış bir karardan dolayı daha sonra duyulan  pişmanlık,  diğeri geçmişte yapılabilmesi mümkün olup da yapılamayan şeyler için yaşanan pişmanlık. Pişman olmak, pişmanlık duymak acaba bir ihtiyaç mıdır, yoksa  engellenemeyen bir  negatif  duygulanma mı ?  Zaman zaman pişman olacağımızı bildiğimiz işleri yapmanın veya  pişmanlığımıza yol açacak sözleri söylememizin akılcı bir açıklaması var mıdır ?  Belki de bilinçaltımızı rahatlatmanın kolaycı bir yoludur “pişmanım” demek... Kendimizi  affettirmek, haklı  çıkarmak, hatta süper egomuzu kutsamak olabilir mi “pişman olma” duygusu ?
Bu soruları çoğaltabiliriz, pişman olmaktan çok, pişman olmanın ne sıklıkla olunduğu önemlidir herhalde… Aynı konuda defalarca pişmanlık duymanın  haklı bir gerekçesi olabilir mi ?  Olsa olsa ruhumuzu rahatlatma, bilinçaltımızı stresten kurtarma ihtiyacını karşılamaktır diye düşünüyorum. Pişmanlığın bir alışkanlık haline dönüşmesi,  kişide son derece kötü bir kişilik  tablosu  çıkarır.
İtiraf edelim ki, gerekçesi  ne olursa olsun pişmanlık duymakla  sıkıntılı bir konuda rahatlama sağlanmaktadır, bir nevi günah çıkarmadır pişmanlık. Kimisi de yaşadıklarından değil yaşayamadıklarından pişmanlık duyduklarını  söylerler ve bunun arkasından mutlak bir “keşke...” gelir. Buradaki farklılık insanın rahatlama isteğinden çok özlem duygusunu ifade etme isteğidir. Pişmanlık “keşkeler” içinde boğulmaya doğru  yönelirse mutsuzluk, ardından umutsuzluk ve nihayet depresyon kaçınılmazdır. Hani Anadolu’da “gönül yorgunluğu” denilen depresyon. Yapılanlardan pişmanlık duymak bazen yararlı olabilir,  çünkü  belki kullanılacak hala bir şans vardır. Pişmanlık duymak geçmişle ilgili bir duygu ve düşünceyken, endişe ve korku  geleceğe yönelik yaşanılır, bazen bu iki olumsuz durum  içinde bulunulan zamanda birlikte yaşanır. Sanırım en kötüsü de insanın bir şeye pişman olmasından dolayı pişmanlık duymasıdır.
Mesleki  yaşantımızda “keşkeler”  genelde  olumsuzlukla sonuçlanan tıbbi uygulamalardan  sonra söylenir, bu  durumlarda zaten komplikasyonlar veya malpraktis denen hatalı hekimlik uygulamaları söz konusudur , “keşke o hastaya şöyle deseydim” veya “keşke şu ameliyatı yapsaydım, şu ilacı verseydim” veya “şu tetkiki isteseydim” gibi... Veya tam tersi; “keşke yapmasaydım” gibi...
Hekimlik gerçekten çok zor bir  meslek, bu nedenle “pozitif ayrımcılık” gerektirmektedir. Bu meslektekiler yasalar karşısında daha özenle korunmalı, ekonomik denge ve gereksinimleri daha özenle irdelenmeli ve karşılanmalı, toplumda saygın konumlarını sarsıcı demeç ve yayınlardan özenle kaçınılmalı, “bakan” veya “bakmayan” sorumlu mevkidekiler buna daha da özen göstermelidir. Çünkü bu meslekte insan hayatı söz konusudur. Yaşam ile ölüm arasındaki o ince çizgiyi özellikle cerrahi dallarda çalışan  hekimler çok yakından bilirler, bu çizginin kılıçtan keskin, kıldan ince olduğunu otuz yılı çoktan aşan mesleki yaşantımın sonunda  rahatlıkla söyleyebiliyorum. Bu çizgi üstünde mesleğimizi icra ederken “pişman olmak” duygusu  bizlere aslında çok  uzak olmalıdır fakat  yaşam sadece teoriden ibaret değil. Yanlış yapmamak için sadece bilgi hatta  deneyim yetmeyebilir. Bazen şansın da yanınızda olması gerekir. “Keşke”leri az olan hekim iyi hekimdir, başarılı hekimdir ve hatta şanslı hekimdir diyebiliriz.
Sadece hekimlerin değil, genelde insanların pişmanlık duymalarının en alt seviyelere inmesi için öncelikle kişinin kendisini tanıması gerekmektedir.Başkalarını tanımak akıllılık, insanın kendini tanıması daha büyük akıllılıktır” derler, ne güzel bir değerlendirme ! Kendinizi tanıdığınız ölçüde ne yapıp ne yapamayacağınızı bildiğiniz sürece hata yapma,  dolayısıyla pişman olma sayınız düşmez mi ?   Bilirsiniz ünlü bir Fars vecizesi vardır; 
O ki bilmiyor ama bilmediğini biliyor; onu eğitin
O ki bilmiyor ama bilmediğini de bilmiyor; ondan uzak durun
O ki biliyor ama bildiğini bilmiyor; onu  uyandırın
O ki biliyor ama bildiğini de biliyor; o bilgedir, onu izleyin.

Asıl olan öğüt vermek değil, örnek olmak ise,  bunun yolu eğitimden geçer, okumaktan, öğrenmekten hatta yaşamaktan geçer.  Arjantin’li büyük usta  Jorge Luis Borges’ nin   (1899-1986)  an’lar dizeleri pişmanlığı ne güzel anlatıyor.
sil baştan yaşama şansım olsaydı eğer,
oturup saymazdım eski yanlışlarımı.
kusursuz olmaya çalışmaz, rahat bırakırdım yüreğimi.
ve elbette, çok daha coşkulu olurdu sevdalarım,
içine az buçuk da ciddiyet katılmış.
bu denli titiz olmazdım hiç, öyle bir şansım olsaydı eğer.
korkmazdım daha çok riske girmekten.
daha çok yolculuğa çıkar,
gün doğumlarını kaçırmazdım asla;
hele dağlara tırmanmanın keyfini.
hiç bilmediğim yerlere giderdim, gidebildiğimce.
doyasıya dondurma yer, boş verirdim kuru nimetlere.
öyle bir şansım olsaydı eğer,
dertlerim de yaşamın gerçeğini taşırdı,
yalnızca düşlerin değil.
işte hani onlardan,
her saniyesini verimli geçirenlerden biriydim.
aynı an’lara geri dönebilseydim eğer,
yalnızca iyi ve güzel olanları tatmak isterdim yeniden.
öğrenemediyseniz hala, öğrenin artık:
yaşam an’lardan oluşur, sadece an’lardan…
şimdi’yi yakalayın.

yanında termometresi, bir şişe suyu, şemsiyesi ve
paraşütsüz yerinden kıpırdamayanlardan biriydim.
ama yeni baştan yaşayabilseydim eğer,
 iyice hafiflemiş olarak çıkardım yolculuklara.
ilkbahara yalınayak girer,
sonbahara dek unuturdum papuçlarla yürümeyi.
hiç bilinmeyen yollara dalardım,
tadını çıkarırdım günışığının,
çocuklarla daha çok oynardım,
sil baştan yaşayabilseydim eğer…
ama heyhat, seksenbeşindeyim artık
ve biliyorum ki…
ölmekteyim.



Tüm yaşantınızda  keşke”lerin olabildiğince az olmasını dilerim.                                                                       

14 Kas 2011

KORKU

      


Korku sahip olunan bir şeyin (hayat, para, ünvan, iş, eş, dost, sevgili, yaşam biçimi) kaybedilme olasılığının yarattığı his veya sahip olunmaya çalışılan bu şeylerin elde edilemeyeceği duygusunun yarattığı daraltıcı, bunaltıcı, sıkıcı negatif bir enerjidir .
Korku hayatımıza daha çok erken yaşlarda öcü olarak giren ve giderek artan engellenemez olumsuz bir duygudur. Yapılmaması istenilen ne ise, onun yapılmaması gerektiği anlatılmaz doğrudan korku verilerek yapılması engellenmeye çalışır. Ya ceza korkusu ya da kötü bir şeyin başımıza geleceği korkusu içimize salınmıştır. Ana-baba korkusu, öğretmen korkusu, dayak korkusu, terk edilme ve yalnızlık korkusu, karanlık korkusu, gelecek korkusu, hastalık ve ölüm korkusu… “Çok güldük başımıza bir iş gelecek” sözünü sıklıkla duyarız ve kullanırız, gülmenin bile cezalandırılacağı bir 
dünyada yaşıyoruz.

Hayatımızı korkularımız  yönetiyor  adeta.  Nelerden, kimlerden  korkmadık ki bu güne kadar?  Öğretmenlerimizden, aile büyüklerimizden, patronumuzdan, başhekimimizden, şefimizden, dekanımızdan, bakanımızdan, başbakanımızdan... Bir de bazı sözleri söylemekten; seni seviyorum demekten, benimle evlenir misin demekten, maaşıma zam istiyorum demekten, adalet istiyorum, eşitlik istiyorum, barış hemen şimdi  demekten, çalışma koşullarımız düzelsin demekten… Her çeşit otoriteden polisten, savcıdan,  mahkemelerden, medyadan  ve ne yazık ki geleceğimizden korkar olduk.  

Korku, örtmeğe en yakın olduğumuz kirimiz, gizlemeğe en çok uğraştığımız kokumuzdur” diye tanımlar Bilge Karasu korkuyu.  Kaybetme ihtimalinin olduğu yerde  korku vardır. Korku,  ya”dır ; ya giderse, ya ölürse, ya kaybedersem, ya duyarlarsa, ya başaramazsam,  ya beni sevmezse, ya işten atılırsam, ya iş bulamazsam…. Bu ya'lardan sonra çıkıp gelip te  içimizi acıtacak, titretecek, üzecek 
duygudur korku. Kişiye hata yapmayayım derken hata yaptırtan, hayatı zorlaştıran, düşünen insanın başının belası, gereksiz ama bir gerçek olan, yani mantıkla örtülemeyen ve akılla geçiştirilemeyen kaygının ötesi bir duygudur korku.

İnsanlarda günümüzde korku kültürü egemendir, bu nedenle ne "gerçeğe koşulsuz saygı” vardır ne de "insan” önemsenmektedir. Herkes endişeli, kaygı içinde ve mutsuzdur. Korku içindeyiz. Sürekli bir 
şeylerden korkuyoruz. Yarın gözümüzü ekonomik krizde açıp işsiz kalmaktan, bir anda özgürlüğümüze son verileceğinden, çocuklarımızın okul taksitlerini ödeyemeyeceğimizden, yaşam biçimimizin  değiştirilmesinden… Terörün karanlık uçurumundan... Devletin sevgisizlik ve şiddet gösterilerinden... Çocuklarımıza karanlık bir dünya bırakmaktan korkuyoruz. Bu ortamda  temel değer güçtür ve güç ise  paradır. Güçlü olan haklıdır, çünkü hukuk güçten yanadır. Güçlü olanın denetleme hakkı vardır, çünkü o her kapıyı açar. Paranın dışında bir güç daha var ki.... Yıllar oldu onu unutalı, unutturalı. SEVMEK. Korkunun düşmanıdır sevmek. Herşey bir insanı sevmekle başlar denir ya... 

Shakespeare’in dizelerine bir bakalım.

İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor
Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için
Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için
Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için
Duygularını ifade etmekten korkuyor, reddedilmekten korktuğu için
Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğinin kıymetini bilmediği için
Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermediği için
Ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için...

İnsanlar düşünmekten korkuyor, sahipsiz kalmaktan korktukları için… Ama herkes biliyor "korkunun ecele faydası yok" ki.....

                                                              

12 Kas 2011

HAYATA DAİR "İki Kitap" (“İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi” ve “ Küçük Prens” )













Her yıl olmazsa dahi iki yılda bir okumaya çalıştığım iki kitap vardır, boyut itibariyle küçük ancak içerik itibariyle kocaman kitaplardır bunlar,  “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi”   ve “ Küçük Prens” romanı.
   
Bilindiği  gibi  BM Genel Kurulu’nun  10 Aralık 1948 tarihinde kabul ettiği ve ülkemizde de Bakanlar Kurulu kararıyla 27 Mayıs 1949’da Resmi Gazete'de yayınlanan  ve Birleşmiş Milletler Genel Kurulu,  insanlık topluluğunun bütün bireyleriyle kuruluşlarının bu Bildirgeyi her zaman göz önünde tutarak eğitim ve öğretim yoluyla bu hak ve özgürlüklere saygıyı geliştirmeye, giderek artan ulusal ve uluslararası önlemlerle gerek üye devletlerin halkları ve gerekse bu devletlerin yönetimi altındaki ülkeler halkları arasında bu hakların dünyaca etkin olarak tanınmasını ve uygulanmasını sağlamaya çaba göstermeleri amacıyla tüm halklar ve uluslar için ortak ideal ölçüleri belirleyen bu İnsan Hakları Evrensel Bildirgesini ilan eder” cümlesiyle başlayan ve  30 madde içeren ,ilk maddesinde bütün insanların özgür ve eşit haklara sahip olduğunu vurgulayan öğreti kitabıdır. Maddeler halinde belirlenen haklar arasında, yaşama, özgürlük ve kişi güvenliği gibi haklarla birlikte, keyfi tutuklama, hapis ve sürgünden korunma, bağımsız ve tarafsız mahkemelerde adil ve kamuya açık olarak yargılanma hakkı ile düşünce, vicdan, din, toplanma ve örgütlenme özgürlükleri, sosyal güvenlik, çalışma, eğitim, toplumun kültürel yaşamına katılma haklarıyla bilimsel ilerlemenin ürünlerinden yararlanma hakları yer alır.
  
İkinci kitap ise Antoine de Saint Exuperynin bir kısa romanı. Maalesef tüm kitapçılarda çocuk kitapları içinde yer alan ancak gerçekten büyükler için yazılmış olduğuna inandığım müthiş bir roman, belki de felsefe kitabı. Öyle bir kitap ki, hayat anlamsız gelip sorgulanmaya  başlanınca okunması gereken, kaybedilen değerlerin ne kadar önemli olduğunu hatırlamak için okunması gereken bir  baş ucu kitabı. Kuran, İncil gibi kutsal kitaplar dışında dünyada Marx’ın Kapital’inden sonra en çok satılan kitaptır  “Küçük Prens”. Pilot olan yazar Exupery, kitap yazıldıktan birkaç yıl sonra, aynı kitaptaki gibi uçağıyla Sahra Çölü’ne gider ve bir daha kendisinden haber alınamaz. Uçağın enkazı 60 yıl sonra bulunmuştur.
Öylesine bir kitaptır ki bu; okuyanın yüreğinde inceden bir sızı, gözünde yaş belirtir, okuduktan sonra günlerce, haftalarca aklından çıkmaz  ve okuyan defalarca okuma hevesi duyar, kitabı okuyan  kişinin vicdanı aktif hale geçer. Çocuk için fantastik yönü olan kitap,  yetişkinlere felsefi yönüyle seslenir. Bu nedenle hem çocuğa hem de yetişkine aittir. 
Exupery, kitabında, II. Dünya Savaşı’nın yarattığı korku, umutsuzluk ve yıkımların getirdiği duygulardan da yola çıkarak, evrensel değerlerin çöküşünü hüzün ve melankoli yüklü bir biçimde yansıtır.  Savaşın yarattığı yıkımdan çok etkilenen yazar bir hayat felsefesini anlatan  kitabında II. Dünya  Savaşı'nı  sembolize etmiştir. Örneğin; yıldızları sayan şapkalı adamın, savaş sonrası pek çok ülkeyi etkisi altına alan ABD'yi simgelediği, minik gezegeni yok eden üç baobap ağacının ise, savaşı başlatan Almanya ile sonradan ona katılan Japonya ve İtalya'yı simgelediği vurgulanmaktadır.
Kitap,  Küçük Prens’in gezegenler arası yolcuğu üzerine kurgulanmıştır. Gezegenler, yitirilen değerlerin ve bu değerleri yitirmeye yol açan kötü duygu ve alışkanlıkların, tutku ya da saplantıların sembolik yansımalarıdır. Örneğin, Kralın gezegeni otorite kurma ve koşulsuz buyruğa uyma tutkusunu, sanatçının gezegeni kendini beğenmişliği , sarhoşun gezegeni umutsuzluğu, işadamının yaşadığı gezegen ise amaçsız sahip olma tutkusunu ve açgözlülüğü,  fenercinin gezegeni sorgulamaksızın yerine getirilen görev duygusunu ve teslimiyetçiliği, coğrafyacının yaşadığı gezegen bilim anlayışındaki eksiklik ve çarpıklığı sembolize eder. Son gezegen ise dünyadır ve dünya insanların kendi değerlerinden daha çok, giysileriyle anlam ve değer kazandıkları, şekil ve görünüşün öz ve  içerikten  daha fazla önemli olduğunu yansıtan bir yer görünümündedir.

Romanın  ana mesajı sevgi ve bu sevgiyi vermek için gerekli olan emek üzerinedir ve bu mesajdaki ana unsur Küçük Prens’in kendi gezegenindeki “gül”üdür. ....."unutma", dedi tilki, "gülün için harcadığın zamandır gülünü bu kadar önemli yapan",  "gülüm için harcadığım zaman..."  dedi küçük  prens, hatırlamak için...  “senin yaşadığın yerdeki insanlar, bir bahçenin içinde binlerce gül yetiştiriyorlar ve yine de aradıklarını bulamıyorlar, aslında aradıkları şeyi tek bir gülde, ya da bir avuç suda bulabilirlerdi, insan ancak yüreğiyle bakarsa bir şeyi iyi görür, gözler bir şeyin özünü göremez”.
Kitapta Küçük Prens’in yaşadığı B 612 asteroidini bir Türk astronom görebilmiştir. Bu astronom, 1909 yılında yapılan kongreye katılmış ve buluşunu açıklamış, ancak fesli kıyafetine bakıp kimse söylediklerine inanmamış. Daha sonra B 612 asteroidinin ününü korumak için bir Türk diktatörü halkına Avrupalı gibi giyinmeyi emretmiş. Emre uymayanlara ölüm cezası verilecekmiş. Bu nedenle Türk astronom şık bir giysiyle 1920’deki kongreye katılmış ve bildirisi kabul edilmiş. Bu tanımdaki diktatörün Atatürk olduğu tezi uzun süre kabul gördüğünden yakın zamana kadar okullarımıza bu eserin girmesi yasaklanmış ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın 1001 Temel Eser dizisinden çıkarılmıştı.

Ancak bu eleştirinin temelsiz olduğu ortadadır, çünkü  Exupery Atatürk’ü eleştirmeyi hedefleseydi, Türkiye’de kıyafet devriminin 1924 de yapıldığı gerçeğine rağmen astronomu 1920 yılında bu konferansa katmazdı, biliyoruz ki, 1920’de değil kıyafet devrimi, adı bile yoktu, bu tarihlerde Atatürk Kurtuluş savaşı veriyordu. Böyle bir örneğin Doğu’dan, Türk’lerden  verilmiş olması Batılı çocuklar ve okuyucular için çarpıcı, hatta fantastik bir izlenim yaratabilmek içindir. Ayrıca resmi kurumlarda ilk kıyafet devrimini yapan da Padişah II. Mahmut’tur, neden diktatör olarak bu padişah değil de Atatürk akla getiriliyor, anlamak zor.

Ayrıca Exupery, bu bölümde, özünde Batı’ya dönük ciddi bir eleştiri getirmektedir. Kitabın bütünsel bir yorumundan  hareket edersek, içerikten çok biçime değer veren bir anlayış eleştirisi ön plandadır. Astronomun buluşundaki bilimsellikten daha çok, onun giysilerine önem verilmesi ve sunumunun görmezden gelinmesi bu biçimselliğe verilen değerin bir eleştirisi değil midir ?
***********
“geceleri yıldızlara bakarsın, benimki o kadar küçük ki sana onu gösteremiyorum, böylesi daha iyi, senin için benim gezegenim, yıldızlar içinde bir yıldız olacak, o zaman bütün yıldızları seveceksin, hepsi arkadaşın olacak, sen, geceleri gökyüzüne baktığında, ben o yıldızlardan birinde oturduğuma göre, onlardan birinde güldüğüme göre, işte sanki bütün yıldızlar senin için gülüyor olacak,  ve içindeki acı, bir gün yatışınca -ki her acı bir gün diner- beni tanımış olduğuna memnun olacaksın, benimle birlikte gülmek isteyeceksin, ve arada bir zevk olsun diye pencereni açacaksın”
***********
  Sustu tilki ve uzun bir süre küçük prensi izledi.
Senden rica ediyorum. Lütfen beni evcilleştir !” dedi. "Elbette dedi küçük prens. Ama pek fazla vaktim yok. Yeni arkadaşlar edinmem ve birçok şeyi anlayabilmem gerekiyor.” Sadece evcilleştirdiğin kişiyi anlayabilirsin” dedi tilki. “İnsanlarınsa hiçbir şeyi anlayacak vakitleri yoktur. Her şeyi dükkandan hazır alırlar. Ve arkadaşlar dükkanlarda satılmadığı için de, hiç arkadaşları olmaz. Eğer bir arkadaşın olsun istiyorsan, evcilleştir beni".


*********
Yıllardır okuduğum ve her seferinde farklı bir tat aldığım  bu küçük dev kitabı lütfen okumadıysanız hemen alın okuyun, okuduysanız bir kez daha okuyun ve İnsan Hakları Evrensel Bildirgesini de  ihmal etmeyiniz… 
Herkes gülünden sorumludur !!!
 

5 Kas 2011

Atatürk'e Ait Olmayan Ünlü Söz

                                                   
  
Sıklıkla karşılaştığımız bir söz vardır hastane duvarlarında, sağlık kurumları yayınlarında veya ders kitaplarında “Beni Türk Hekimlerine Emanet Ediniz”.  Bu sözü anlamlı kılan sözün içeriğinden çok  sözün sahibidir. Mustafa Kemal Atatürk. Bu söz ne zaman söylenmiştir, nerede söylenmiştir, yazılı kaydı veya sözlü tanığı var mıdır ? ….Bilen yok.
Özlü sözler her zaman doğru mudur, araştırılmaz, hemen kabul edilir. Atatürk’e mal edilen bu sözün de eldeki belge ve anlatımlar doğrultusunda söylenmemiş olanı söylettirme olarak kurgulanan  bir örnek olduğu kanısındayım. Atatürk’ün yaşamı detaylı incelendiğinde yabancı doktorlar tarafından muayene ve tedavi edildiğini görürüz. Özellikle ölümünden öceki bir yıl içinde Fransız, Alman, Avusturya’lı hekimleri hastalığının tanı ve tedavisinde sıklıkla görmekteyiz. Prof Dr Noel Fissinger Paris Tıp Fakültesinden üç kez Türkiye’ye getirilmiş, 1933 Üniversite Reformu ile ülkemizde bulunan Alman Ord Prof Dr Erich Frank, Berlin Tıp Fakültesi’nden Prof Dr Güstav von Bergmann, Viyana Tıp Fakültesi’nden Prof Dr Hans Eppinger, son hastalığında Atatürk’ü muayene etmişler, önerilerini sunmuşlardır.
Daha eskilere gidecek olursak, Atatürk’ün 1918 sonlarında Yıldırım Orduları Kumandani iken, gençliğinde geçirdiği pyelonefrit denilen böbrek iltihabına bağlı şiddetli ağrıları için Karlsbad kaplıcalarına gittiğini, kaplıca tedavisi gördüğünü kayıtlardan öğrenmekteyiz. Aynı şekilde 1927 yılında  Mayıs sonlarına doğru geçirdiği şiddetli göğüs ağrısı (angine de poitre) için  Sağlık Bakanı Dr. Refik Saydam tarafından Berlin Tıp fakültesi’nden Prof Dr Friedrich Kraus ile Münih Tıp Fakültesi’nden Prof Dr Ernest von Romberg getirtilmiş, Atatürk bu yabancı hekimler tarafından  konsülte edilmiştir. 1937’de hastalığın başlangıçlarında ortaya çıkan burun kanamaları için o sırada Ankara Numune Hastanesi Kulak-Burun Kliniği Şefi Olan Prof Dr  Meyer’e muayene olmuştur. Aynı sene özellikle ayaklarında olmak üzere vücudunda, hastalığına bağlı kaşıntılar için yine Ankara Numune Hastanesi’nden cildiye uzmanı Prof Dr Marcchionini tarafından tedavi edilmiştir. Ayrıca Prof Dr Fissinger  8 Haziran 1938’de Türkiye’ye ikinci kez getirtildiğinde Atatürk, ilk önce rahatsız olduğunu duyduğu İsmet İnönü’yü muayene etmesini istemiş, bunun üzerine önce Ankara’ya giden Dr Fissinger İnönü’yü muayene ettkten sonra İstanbul’a dönerek Atatürk’ü muayene etmiştir. Ayrıca Atatürk’ün en yakınında bulunan etkili isimlerin, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak, Özel Kalem Müdürü Vedit Uzgören, Başyaver Celal Önen ve Ali Kılıç’ın  Atatürk’e gereli bakım yapılmadığı endişesini taşımakta olduklarını ve bu nedenle  yabancı doktor getirtme istekleri olduklarını biliyoruz.
Atatürk, yabancı  hekimlere güvensizlik duyan bir insan olsaydı, yukarıda adı geçen hekimleri bu kadar rahat kabullenir miydi ? Peki o zaman bu söz nereden çıktı ?  Kanımca Atatürk’ün söylemediği bu söz onun ölümünden yıllar sonra, hekimlerimizde  motivasyon sağlama ile işgüzarlık yapma arasında değişen bir yelpazede,  dönemin bürokrat veya politikacıları tarafından söylettirildi, üretildi. Amaç belki Türk hekimlerini onore etme, yüceltmeydi,  belki de milli duyguların bir söylemiydi. Hangi amaçla üretilmiş olursa olsun, neden bu kadar benimsendi, o da ayrı bir konu. Atatürk’ün sağlık ve tıbba ilişkin fazlaca bir sözü olmadığı için kabullenilmiş olabilir veya günlük yaşama ait uygulanabilirliği kolay bir söz olduğu için de benimsenmiş olabilir.
Gerçi Atatürk’ün bu sözünü destekleyecek mahiyette bazı  davranışlarına  belgelerde rastlamaktayız. Örneğin;  1938 Şubat sonlarında uzun süren burun kanaması nedeniyle Atatürk’ün Çankaya’daki Balkan İttifakı Hariciye Nazırları yemeğine çok geç katılması üzerine, zamanın Sağlık Bakanlığı müsteşarı Dr.Asım Arar’ın uyarısı ile İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ve Başbakan Celal Bayar tarafından yabancı uzmanların çağrılması önerisine katılmamış, kendi doktorlarının konsültasyonunu yeterli bulmuştur.  Ataürk, Afet İnan’a 14 Haziran 1938’de gönderdiği mektupta  ise şöyle demektedir: “vaziyetim şudur: bence doktorların yanlış görüş ve hükümleri sebebiyle hastalık durmamış,ilerlemiştir....hükümet reyimi almaya lüzum görmeksizin Fissinger’i getirtti....”  Atatürk’ün sürekli hekimlerinden M.Kamil Berk anılarında “ ...Prof Eppinger ve Prof Bergman’ın ortak muayenelerinden sonra Atatürk işaretle önce Dr Samuel Abravaya’yı (Marmaralı), sonra odadaki diğer Türk hekimleri çağırarak kendisini muayene ettirmiş, böylece yabancı meslekdaşların yanında onları yüceltmiştir” diye yazmaktadır.
Bu konuda çalışma yapan anestezinin duayenlerinden Prof. Dr. Cemalettin Öner’in  “Atatürk'ün Beni Türk hekimlerine emanet ediniz  şeklinde bir istek ve direktifi bulunamamıştır. Mesleğimize onun ağzından saygınlık kazandırmak istenmiştir” şeklinde görüşüne katılmaktayız. Cemalettin Öner Hocamız daha da geniş bir değerlendirme ile konuya açıklık getirmektedir:
Hastalığın başlangıç döneminde Türk ve yabancı hekimler kaşıntı ve kanamaları semptomatik olarak tedavi ederlerken, nedenini de araştırmış ve bir sonuç çıkarmışlar mıdır?  Buna ait bir belge bulunamamıştır. Hastalığın ilk tanısı Atatürk'ün vefatından sonra yapılan yayınlara göre 1938 yılı ocak ayı sonlarında Yalova'da Dr. Nihat Reşat Belger tarafından 'karaciğer rahatsızlığı' olarak konulmuş ve bizzat Atatürk'e izah edilmiştir. Bu tanının daha önce Prof. Neşet Ömer İrdelp gibi yetenekli bir hoca tarafından düşünülmemesini kabul etmek zordur. Gerek Türk ve gerekse yabancı hekimlerin almak istedikleri tıbbi önlemler, hastalığın ilk dönemlerinde yeterince uygulanamamıştır.”
Atatürk’ün askerlik, siyaset, ekonomi ve toplum, spor, bilim vb konulardakidaki sözleri tarihi kişiliğine yansıtmak amacıyla vurgulanabilir, referans gösterilebilir. Fakat onun genelde ilgisini çekmemiş konularda bile ona dayandırılan bir söz ve düşünceyi  doğruymuş gibi  her yerde kullanmak samimiyetsiz, doğru bir iş değildir.
Sonuçta Atatürk’e  ait olduğu kabul edilen Beni Türk Hekimlerine Emanet Ediniz” sözü bir yakıştırma sözdür, hekimlerimizi  yüceltme amacını taşıyan üretilmiş bir sözdür, buna karşın hastanelerimizin duvarlarını Mustafa Kemal Atatürk imzasıyla süslemeye halen devam etmektedir. Bunun yerine  onun “ HAYATTA EN HAKİKİ MÜRŞİT İLİMDİR” sözü konulmalıdır. (mürşit: doğru yolu gösteren, kılavuz). Atatürk’ü anlamanın ilk adımı onun sözlerine, eserlerine, hedeflerine gerçekçi ve doğru olarak sahip çıkmaktır.



4 Kas 2011

Hekim Ölüm Cezasına Evet Der mi ?

 
Geçmişe dair yaşadıklarımızı dostlarla paylaşmak istediğimizde anılarımız bir bir canlanıyor gözümüzde.  Anı denilince de aklıma hemen Melih Cevdet Anday'ın elektrikli sandalyede yaşama veda eden onurlu Rosenberg çiftinin anısına yazdığı Anı adlı şiir geliyor.


Bir çift güvercin havalansa
Yanık  yanık koksa karanfil
Değil bu anılacak şey değil
Apansız geliyor aklıma

Sevdiğim çiçek adları gibi
Sevdiğim sokak adları gibi
Bütün sevdiklerimin adları gibi
Adınız geliyor aklıma

Rahat döşeklerin utanması bundan
Öpüşürken o dalgınlık bundan
Tel örgünün deliğinde buluşan
Parmaklarınız geliyor aklıma

Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm
Kahramanlıklar okudum tarihte
Çağımıza yakışır vakur, sade
Davranışınız geliyor aklıma





1950'li yıllarda Amerika'da karı-koca Julius ve Ethel Rosenberg, arkalarına soğuk savaş rüzgârını alan bir grup komünist avcısının Senatör Mc Carthy'nin liderliğinde başlattığı kampanya sonucu "Rus casusu" olmakla suçlanmış ve düzmece bir yargılama sonucu ölüm cezasına çarptırılmışlardı.

Bu karar tüm dünyada tepkiler doğurmuş, sokaklara dökülen milyonlarca insan bu haksız kararı protesto etmişti. Bunun üzerine Amerikan Hükümeti siyasetleri gereği Rosenberg'lerle pazarlığa oturmakta gecikmedi.

Önce Ethel'in yaşamının bağışlanması, daha sonra da her ikisinin affedilerek evlerine, 6 ve 10 yaşındaki çocuklarına kavuşmalarının sağlanması karşılığında Washington'a bir telefon açıp özür dileyip af talep etmeleri teklif edilmiş, ancak Rosenberg'ler "ya suçsuzluğumuza inanan milyonlarca insan ne olacak?" diyerek bu teklifi reddetmişlerdi. 58 yıl önce Haziran 1953 de elektrikli sandalyede idam edilmişti onurlu çift.

Ölüm cezası bir hekim için karşılaşacağı en can sıkıcı, ama vereceği sınav açısından da en zor çetin konulardan biridir.  Mesleğin felsefesi ve Hipokrat'tan bu yana titizlikle korunan ve  güncellenen,  zenginleştirilen etik değerler, her hekim için en azından vicdanen bağlayıcıdır. Bu değerler, insanı hastalıklardan korumak ve iyileştirmek, onu yaşatmak görevini üstlenen hekimin, (çoğunlukla politik nedenlerle) sağlam bir insanın öldürülmesine, bırakın destek olmayı,  tanıklık etmesine bile izin vermeyecek kadar açıktır.

Ne var ki yakın tarihimizde ölüm cezalarına meclisteki oylamalarda ellerini kaldırarak veya idamlara tanıklık ederek destek veren hekim sayısı az değil. Belleği zayıf bir toplumuz,  o nedenle tarihe kayıt düşmek için bazı isimleri anımsamakta yarar var.


12 Mart 1971 darbesinden sonra siyasi nitelikli 3 idam kararı infaz edildi.Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan. Üç fidan. Can Yücel'in  o güzel şiiri  MARE NOSTRUM ‘un  (Bizim Deniz)
  
   En uzun koşuysa elbet Türkiyede de Devrim,
   O, onun en güzel yüz metresini koştu
   En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak...
   En hızlısıydı hepimizin,
   En önce göğüsledi ipi...
   Acıyorsam sana anam avradım olsun,
   Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun! 


dizelerinde "Bizim Deniz" olarak dile gelen Deniz Gezmiş ile iki can yoldaşının ölüm cezaları TBMM'ye onay için geldiğinde 2 Mayıs 1972 tarihinde mecliste yapılan tartışmalarda Meclis ve Senatoda yer alan aşağıda ismi yazılı hekimler ölüm cezasının kabulü yönünde oy kullandılar:

Dr. Kemal Satır (Adana), Dr. Oğuz Aygün (Ankara), Dr. Süleyman Çiloğlu (Antalya), Dr. Ali İhsan Kırımlı (Balıkesir), Dr. M.Nurettin Sandıkçıoğlu (Balıkesir), Dr. Alaaddin Yılmaztürk (Bolu), Dr. Yakup Çağlayan (Çorum), Dr. Nazif Yıldırım (Diyarbakır), Dr. Şemsettin Dönmez (Eskişehir), Dr. Edip Somuncuğlu (Erzurum), Dr. M.Lütfi Söylemez (Gaziantep), Dr. Ekrem Saatçi (Gümüşhane), Dr. Ali İhsan Balım (Isparta), Dr. Mustafa Gülcigil (Isparta), Dr. Talip Özdolay (İçel), Dr. Sadettin Bilgiç (İstanbul), Dr. Mehmet Yardımcı (İstanbul), Dr. Haluk Berkol (İstanbul), Dr. Rifat Öztürkçine (İstanbul), Dr. Mustafa Bozoklar (İzmir), Dr. Mümin Kırlı (İzmir), Dr. Vedat Ali Özkan (Kayseri), Dr. Baha Müderrisoğlu (Konya), Dr. Vefa Tanır (Konya), Dr. Kamil Şahinoğlu (Manisa), Dr. Abdülkerim Saraçoğlu (Mardin), Dr. İ.Şevki Atasagun (Nevşehir) Dr. Nuri Bayar (Sakarya), Dr. Nazım İnebeyli (Sinop), Dr. Cevat Küçük (Trabzon),  Dr. Reşat Zaloğlu (Trabzon), Dr. Mehmet Ali Göklü (Urfa), Dr. İ.Etem Karakapıcı (Urfa),  Dr.Tarık Remzi Baltan (Zonguldak).

12 Eylül askeri darbesinde sahnede Danışma Meclisi vardı. Çoğunluğu siyasi 38 idam kararı veren, askeri cuntadaki beş general tarafından beğenilerek seçilen çok sayıda hekimin bulunduğu meclis.

Burada açık oylama ile ölüm cezalarını onaylayanlar hakkında da bilgi sahibiyiz. Kapalı oylamalarda kimin nasıl oy kullandığını bilemiyoruz, ancak 4 Mart 1982'de yapılan oylamada (İ.E.Coşkun,  N.Vardar hakkında) Dr. Hamdi Açan, Dr. Halil Aydın Akaydın, Dr. Mehmet Akdemir, Dr. Zeki Çakmakçı, Dr. Utkan Kocatürk, Dr. Cavidan Tercan, Dr. Tandoğan Tokgöz ölüm cezalarına kabul oyu kullanmışlar, yine 3 Mayıs 1982'de yapılan açık oylamada ise (Ö.Yazgan, M.Kambur, R.Yukarıgöz, E.Yazgan hakkında) Dr. Türe Tunçbay çekimser kalırken, Dr. Hamdi Açan, Dr. Mehmet Akdemir, Dr. Zeki Çakmakçı, Dr. Utkan Kocatürk, Dr. Cavidan Tercan, Dr. Tandoğan Tokgöz, Dr. M.Rahmi Karahasanoğlu, Dr. Abdurrahman Yılmaz kabul oyu vermişler.

Artık ülkemizde ölüm cezası kalktı, ABD'de ise tüm hızıyla, hatta reşit olmayanları da kapsayacak biçimde devam etmekte.  ABD'deki meslekdaşlarımızın da bu utançtan biran önce kurtulmalarını diliyorum.