Sayfalar

27 Kas 2012

Üç Maymun


Hayat siyah ve beyazdan ibaret değil, gri ve tonları da var. Hem siyah ve beyaz birbirinin düşmanı değil ki, birbirinin tamamlayıcısı, neden ya siyahta durmakta ya da beyazdan dışarı çıkmamakta ısrar ederiz ? Gri renk gösterilmediği belki de bu rengini varlığı saklandığı için, yoksa bir çeşit renk körlüğü mü ? Acaba zıtlık kavramını  yanlış değerlendirmemizden olabilir mi ?   Sıcak-soğuk, sert-yumuşak, acı-tatlı, güzel-çirkin, iyi-kötü  zıtlık için verilebilecek basit örnekler, ama siyah ile beyaz  zıt değil, birbirini çağrıştıran, güzelliklerini ortaya koyan iki renk, iki kavram.

İnsan düşüncesini ve bu düşünceye bağlı bakış açısını zıtlıklara ve gelişmelere göre düzeltmek zorundadır. Yani siyah veya beyaz arasında gezebilmelidir.  Misal, komünizme inanan bir kişi Kamboçya’da Pol Pot katliamlarını, SSCB’de Stalin’in gizli polise yaptırdığı sayısız cinayetleri, Sibirya’daki insanlık dışı kampları kanıtlarıyla öğrendikten sonra düşüncesini gözden geçirmeli, Amerika’nın Vietnam’daki vahşetini lanetlerken, Sovyetlerin Afganistan ve Çekoslovakya işgallerini anti-emperyalist inancı gereği sorgulamalı ve karşı durmalıdır. Komünist Çin’in neden sosyalist Allende’ye karşı CIA destekli faşist general Pinochet’yi desteklediğinin hesabını kendi içinde vermelidir. Siyaha sarılıp kalmamalı, beyaza yüzünü çevirebilmelidir. Zıt düşünceler için de geçerlidir bu sorgulama  Franco, Salazar, baba-oğul Bush’lar, Nixon, Kissinger, Cheney, El-Beşir  ve benzerleri de, onların düşüncelerini savunanlar tarafından  vicdanlardan önce beyinlerde sorgulanmalıdır.

Milliyetçilik/ulusalcılık kavramının uç değerlerde ve farklı yorumlandığı  toplumlardan  birisiyiz, elbette başka ülkelerdeki toplumlarda da yorumlar farklı farklıdır. Özellikle etnik/ırk milliyetçiliğinin çıkmaz sokak olduğunu görmek için, Hitler’in Mussolini’nin soykırımlarını sadece tarih kitaplarında okumak, filmlerde seyretmek yeterli mi ? Yakın tarihte Avrupa’nın göbeğinde yaşanan Bosna savaşını, Srebrenitza katliamını hatırlamak çok mu zor ? Halepçe katliamını hatırlamak çok mu gereksiz ? Çeçenistan’daki okul baskınlarını ve en son Norveç’te yaşanan  Breivik katliamında masum çocukların öldürülmelerini hatırlamak çok mu boş bir iş ? Şöven-milliyetçi duygulara sahip olanlar bunları düşünüp kendiyle yüzleşmelidir.




Osmanlılar’da cellatların mezar taşlarına herhangi bir yazı yazılması yasaklanmıştı, hatta eceliyle ölse de cellatlara birçok ülkede, bir çok dinde dinsel tören yapılmaktan kaçınılmaktadır. Cellat işte, adı üstünde işi de olsa can alan. Dünya siyah ve beyaza sıkı sıkıya sarılmış cellatların elinde renksiz ve soluk görülüyor. Cellatlar dün vardı, bugün de var ve eminim bizler, insan olduğumuza inananlar, sorgulamamızı ve yüzleşmemizi yapmadıkça cellatlar yarın da olacaklar. 

Bizlere kabul ettirilmiş bulunan “doğrular ve yanlışlar” listesinde, olaylar ve yaşam oldukları gibi değil de olmaları gerektiği gibi değerlendirilmektedir. Böylece gerçeklikten uzak ve insan öğesinin bir yana bırakılıp yapay bir davranış kalıbının ortaya çıkmasına neden olan, fakat  gerçek olmayan bir ahlak oluşturulmuştur. Aslında  ahlak’ın da ahlaklılığının yeniden gözden geçirilmesi gerek”tir. “Uygarlık tarafından yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya olan bir uygarlık çağını yaşıyoruz” demek bir öngörüdür belki,  ama unutmamalıyız ki öngörüler de gerçekleşirler. Şu anda insanlığın yaşadığı bu bence, temel moral değerlerin başında gelen “ahlak” ahlaksızlaşıyor.   

“Gerçek” vardır, dile getirilse de getiril(e)mese de, tanığı olsa da ol(a)masa da, yazılsa da yazıl(a)masa da, zaman içinde izini bırakır. İzini bıraktığı için de her zaman korur varlığını. Yıkamazsınız. Yok edemezsiniz. Ne derseniz deyin gerçek orada öylece durur.  Gözüm çıksın ki…”, “Allah belamı versin ki…”, “Anam babam ölsün ki…”..  Çocuklar yalanı gerçek kılmak için böylesi yeminlere başvurur. Bizler çocuk değiliz ve gerçeği görmek için ne çıkacak gözlere, ne Allahın vereceği belalara, ne de ana-babaların ölmelerine bel bağlayamayız, yeminlerimiz boş birer söz olarak uçuşur gider.

Sorsalar size, birini seçmek durumunda kalsanız, “kör mü olmak isterdiniz, sağır mı, yoksa dilsiz mi?”  Herhalde cevap şu olurdu: hiçbirisi ”. Peki madem öyle, hiçbirinin kendinde olmasını istemiyorsun neden üçünü birden sahipleniyor “üç maymunu” oynuyorsun. Görmüyorsun. Konuşmuyorsun. Duymuyorsun  !!! İnsanoğlu böyle bir şey işte…Ancak her şeye rağmen  umutlu olmalıyız. Umutsuzluğun karşıtı umuttur . Umutsuzsanız, isterseniz umudu bulursunuz. Ama önce siyah ve beyaz hayatın hakim renkleri de olsa tek olmadıklarını ve  birisinin diğerinin rakibi değil tamamlayıcısı olduğuna inanmanız gerek.


16 Kas 2012

Tıbbın Askeri Deyimlerle İstilası

 
 
“...bu sinsi düşmana karşı tıp dünyası verdiği savaşta, yeni stratejiler ve silahlar kullanmaktadır. Vücudun savunma sistemlerinin yanı sıra,  kanser hücrelerinin istilasına radyoaktif bombardımanla cevap verilmektedir. Tedavinin başarısında tıbba önemli mevziler kazandıran kemoterapi, kanser hücrelerini imha etmektedir, ama yakın bir gelecekte zafer tıbbın olacaktır…”

Yukarıdaki cümleler bir askeri strateji dergisinden alınmış değildir, bir tıp dergisindeki bilimsel bir yazıdan alınmıştır. Neden tıp alanında bu kadar yoğun askeri deyimler kullanılmaktadır ? Savaş sanayisinin o büyük ekonomik gücünün bir yansımasından mı ?  ya da şiddet öğeleri yoluyla toplumda veya sağlık sektöründe yoğun bir motivasyon sağlama gayretinden mi ?

Tıpta askeri deyimlerin yaygın olarak kullanımı XIX. yüzyıl sonlarında bakterilerin bulunmasıyla başlar, çünkü mikroorganizmaların vücudu bir savaş alanı olarak seçtiği kabul edilir. Ancak askeri deyimler daha yoğun olarak kanser hastalığı ile birlikte kullanılmaya başlanmıştır. Kanser tariflerindeki metaforlar, savaş dilinden, askeri jargondan seçilmektedir. Belki bunda kanserli hücrelerin kontrolsüz çoğalması ve  istilacı özellikleri rol oynamaktadır. Bu yüzden onlara karşı savaş açılmalıdır. Aslında daha eskilere gidilirse, Roma’da  şair Martialis’in (MS. 40-103) yazdığı epigramların birinde hekimliğin güç kullanımı ile birlikte anılması ilginçtir:

Bir zamanlar göz hekimiydin,
Şimdi gladyatör olmuşsun;
Demek hekimlikte yaptığını
Artık arenada yapıyorsun.


 
 

 Madrid’te bulunan Prado Müzesi’nde,1556 yılında Pieter Bruegel tarafından yapılan “Ölümün Zaferi” adlı tabloda, milyonlarca kişinin öldüğü bir salgının, veba hastalığı felaketinin askeri bir deyimle “zafer” olarak nitelenmesi ilginçtir. O zamanlar vebaya “kara bela” (black plague) denmekteydi. Aynı düşünceyle günümüzde tüberküloza “beyaz veba “ (white plague), AIDS’e ise “çağın vebası” denmektedir.

Cumhuriyet döneminde yaygın işlev gören “sıtma savaş, trahom savaş, verem savaş dispanserlerinin”  yerini günümüzde “kanserle savaş dernekleri” almıştır. “Savaş”   ana unsurdur.

Tıp bir sanattır, savaş bir sanat mıdır ? Kimilerine göre savaşmak bir sanattır, böyle kabul edilse dahi, tıpta bilimsel kaygı yanında estetik kaygı da vardır, ya savaşta ?

Askerlik ve tıbbın buluştuğu tek nokta insanların yaşamlarını tehdit eden "hastalık ve ölüm" kavramlarıdır. Bu kavramlardan "hastalıkla savaş" yaygın kabul görürken, "savaş hastalıktır" düşüncesi hemen büyüteç altına alınır, sakıncalı görülür  ve yetkililerce sorgulanır. Hastalıkta ölüme karşı direnilir, savaşta ise  insanlar ölüme gönderilir. Savaşın bir hastalık olduğunu düşünerek savaşa karşı önlem alınması yani koruyucu hekimlik yapılması gereğine inananlar, barış yanlıları, savaş karşıtları, savaşın yıkımına karşı duranlar bu düşüncelerinden dolayı siyasi otoriteye karşı olmaktan öteye devlet karşıtı olmakla da suçlanabilmektedirler. Tarih sayısız örneklerle doludur.



Friedrich Nietzche 1878’de “İnsanca, Pek İnsanca” isimli kitabında hekimler için bakın ne diyor: “…bir hekimin zihinsel güçlerinin en yüksek noktasında olmasının sebebi, sadece en son ve yeni yöntemleri beceriyle uygulaması ya da teşhis koyan hekimlerin ünlü yöntemleriyle, belirtilerden yola çıkarak sebeplere kolayca ulaşması değildir artık. Buna ilaveten herkesle kolayca uyum sağlayabilecek ve gerekirse karşısındakinin yüreğini kolayca söküp alabilecek türden bir hitap yeteneğine, melankoliyi yok edecek kadar cana yakınlığa, bir diplomatın arabuluculuk yeteneğine, insan ruhunun sırlarını öğrenebilmek için bir dedektif  becerisine  ancak bu sırlara ihanet etmemek için de bir avukatın anlayış yeteneğine, özetle bütün profesyonel mesleklerin beceri ve haklarına gereksinimi vardır.” Burada Nietzsche bir üstün insanı değil bir doktoru yani sanatçıyı tanımlamaktadır. Bu niteliklere sahip bir insan, bir hekim neden savaş terminolojisine, askeri deyimlere gereksinim duysun ki ? Bu sorunun yanıtı, bu seçimin hekimlerin seçimi olmadığıdır, sistemin insanlar üzerine başta medya olmak üzere bu yönde bir baskı kurmasıyla sınırlı bir seçim vardır ortada.

Bilinçli olarak "bağışıklık sistemi" yerine "savunma sistemi", "lokal olarak çevreyi tutan kanser" yerine "çevre dokuları istila eden düşman hücreleri","radyoaktif tedavi" yerine "ışın bombardımanı", "kemoterapi ile uzak odaklara yerleşen kanser hücrelerini işlevsiz kılmak" yerine "uzak organları istila eden kanserli hücrelerin imha edilmesi" kullanıldığına inanıyorum.




Edebiyatta tıp ve hastalıklar "aşk, kıskançlık, yoksulluk, yaşanılan çevre" ile anlatılmaktadır. Örneğin tüberküloz fakir, tutkulu insanların hastalığı olarak tanımlanmakta, genelde bu hastalara başka yerlere seyahat öngörülmekte, asla savaşmaktan bahsedilmemektedir. Frengi, kolera gibi hastalıklar kişiye verilen bir ceza olarak yorumlanmakta ancak askeri deyimler hiç kullanılmamaktadır. Buna karşın 1910 da Paul Herling’ in, frenginin tedavisinde kullandığı salvarsan için ilaç firması "sihirli mermi" tanımını yapmıştır. Tanımı yapan hekim değil ticari zihniyettir.

Toplumsal olayların tıbbi terimlerle anlatılması yaygındır ve yadırganmaz, örneğin uzun süren bir sorun kanser olarak nitelendirilir,örneğin; “ El Kaide İslam dünyasında bir kanserken”, “mülteci kamplarındaki katliamları yapan İsrail Hükümeti Ortadoğu’ da bir kanserdir”. Büyük şehirlerde çözülemeyen bir sorun olan kapkaç çeteleri kangren olmuş bir sorundur ve kökünden kesip atılmalıdır. Burada tanımlar tamamen cerrahidir.  Papa II. Jan Paul doğumu sonlandırma (kürtaj) için “soykırım-genosid”  ifadesini kullanırken, Lenin tezlerini anlattığı bir kitaba "çocukluk hastalığı" adını vermiştir.

Bütün bu örneklerde olduğu gibi tıp terimleri savaş terimlerinin önüne geçmiştir. Ancak tıpta bunun tam tersini yaşamaktayız.



Wirginia Woolf "Hasta Olmak Üzerine" isimli denemesinde; hastalığın "aşk, savaş ve kıskançlık" gibi başlıca edebi temalar arasında bulunmamasını tuhaf bulmakta, insanın grip için ciltlerce roman, tifo için sayfalarca şiir, apandisit, kanser ve verem için methiyeler, diş ağrısına şarkılar yazması gerektiğini savunmaktadır.


Buna karşın günümüzde savaş çığlıkları dünyanın dört bir yanında duyulurken, silah sanayisindeki tröstler bu savaşları ve uluslararası terörü el altından desteklerken, tıp kitapları ve  dergileri, medyadaki tıp yazıları ve programları bu ideolojik bombardıman altında kalmakta, barışçı deyimler ve terimler gittikçe azalmakta, kullanılmamaktadırlar.

Susan Sontag ünlü kitabı "Metafor Olarak Hastalık" ta "kanserin tarifi ve tedavisi için her akla geldiğinde ortaya atılan askeri jargondaki abartmalar kullanılmaya devam edildiği sürece, kanserin barışseverlerin bilinçli bir tavırla uzak durmayı tercih edecekleri bir metafor olarak kalacağı gerçektir" demektedir.

Hocam Prof.Dr.Tarık Minkari "ameliyatta hastanın midesinin, barsaklarının sıcaklığını, yumuşaklığını, nemini hissederseniz başarılı olursunuz" derdi.  Askeri deyimlerden uzak, sıcacık bir insancıl yaklaşım.
 
 
 
Kanımca savaş ve silah sanayi tatlı karlarına kar eklediği sürece, barışçıl ve insancıl amaçlarla hekimlik görevini yapan tüm dünya hekimleri de "askeri terimlerle" daha çok uğraşacaktır. Hümanizma, savaş ve şiddeti yendiği zaman tıp daha özgür olacaktır.