Sayfalar

19 Nis 2012

Hekimlik: Zor Zenaat - II

Bu yazı tam 5 yıl önce yazıldı, değişen hiç bir şey yok.....


 Giderek yaygınlaşan şiddet, tüm dünyadaki her iki sağlık görevlisinden ortalama olarak birini etkilemektedir. Çalışma, sağlık ve kamu hizmeti alanlarında örgütlü kuruluşlar bu gerçeği dikkate alarak bugün ortak bir program başlatmışlardır. Girişimin amacı,  işleri nedeniyle korku, saldırı ve aşağılanmaya maruz kalan, hatta yaşamını yitirme riskiyle yüz yüze gelen sağlık kesimi çalışanlarına yardımcı olmaktır. ILO (Uluslararası Çalışma Örgütü), WHO (Dünya Sağlık Örgütü), PSI  (Uluslararası Kamu Hizmetleri ) ve ICN’den  (Uluslararası Hemşireler Konseyi)  oluşan ortak görev birimi, ILO’nun Cenevre’deki merkezinde 24 Ekim 2002 tarihinde gerçekleşen bir toplantı sırasında “sağlık sektöründeki işyerlerinde görülen şiddet olayları sorununa yönelik çerçeve ilkeler” başlıklı belgeyi kamuoyuna açıklamıştır. Araştırmalar, çalışma sırasındaki bütün şiddet olaylarının %25’inin sağlık sektöründe ortaya çıktığını ve bu sektörde çalışanların %50’sinin bu tür durumlara maruz kaldığını göstermektedir. Yapılan çalışmaya göre sağlık sektöründeki şiddet kişilere yönelik saldırıların ve saygısızlığın ötesinde, sağlık hizmetlerinin kalitesini, verimliliği  ve gelişimi de olumsuz etkilemektedir. Sağlık sektöründeki  işyerlerinde görülen  şiddetin sonuçları, özellikle gelişmekte olan ülkelerde, sağlık sistemlerinin etkili çalışmasını önemli ölçüde engellemektedir.  ABD’de, sağlık hizmetlerinde görev yapanların şiddete maruz kalma   riskleri diğer hizmet sektörlerinde çalışanlara göre 16 kat daha fazladır. Bu ülkede işyerlerindeki saldırılarla ilgili şikayetlerin yarısı sağlık sektöründen gelmektedir. İngiltere’de Ulusal Sağlık Hizmetleri (NHS) kapsamında görev yapan personelin %40’ı 1998 yılında tacize uğramıştır. Avustralya’da, sağlık görevlilerinin %67.2’si  2001 yılı içinde fiziksel ya da psikolojik şiddete maruz kalmıştır. Bu oranlar Bulgaristan’da %75.8, Güney Afrika’da %61, Tayland’da %54 ve Brezilya’da %46.7’dir. Türkiye’de istatistik bile yok.

Araştırmaların ortaya koyduğu bir başka gerçek de şudur: Sağlık sektöründe psikolojik şiddet (sözlü sataşma, taciz, vb.) fiziksel şiddetten daha yaygın görülen bir durumdur ve bu tür uygulamalara maruz kalanların %40 ile %70 arasında değişen bir bölümünde önemli stres semptomları oluştuğunu belirmektedir, saldırılara en fazla maruz kalanların ambulans görevlileri,  hemşireler ve doktorlar olduğu ILO kayıtlarında yer almaktadır belirtilmektedir.  

 İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Cerrahisi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Göksel Kalaycı’nın bir hasta yakını tarafından öldürülmesi hekimlere yapılan şiddetin en dramatik örneklerinden biridir. Şiddetten en çok arındırılmış bir mesleğin çalışanlarının bu şekilde öldürülmesi anlaşılır gibi değildir, kabullenilemez. Uzun yıllardan beri yetkililerce sağlıkla ilgili sorunların hedefi olarak gösterilen hekimler, bu nedenle şiddetin de hedefi olmuştur. Özellikle acil servislerde çalışan hekimler  ile mesleğin ilk basamaklarında olan asistanlar yaşadıklarıyla adeta can derdine düşmüşlerdir. Ayrıca Türkiye'de giderek yükselen şiddet ortamının yarattığı yeni bir kültür sonucu insanlar konuşarak değil, şiddet gösterileriyle birbirleriyle ilişki kuruyorlar.

Topkapı Hastanesi Başhekimi ve tanınmış kalp cerrahı Doç. Dr. Edip Kürklü,  5 Haziran 1988’de gazinocu Mehmet Yaşar Şerbetçi’nin açık kalp ameliyatını yapmış, ancak hasta ameliyattan bir hafta sonra hayatını kaybetmişti. Doç Dr Edip Kürklü, 21 Temmuz 1988’de Mehmet Yaşar Şerbetçi’nin kayınbiraderi  Mustafa Turgut tarafından öldürülmüştü. Hekimlere yapılan saldırılardan bazılarını ancak gazete haberlerinden öğreniyoruz. Artık bu saldırılar neredeyse vaka-i  adiye’den oldu.

Sağlık  hizmetinin işleyişinden sorumlu olanlar, hasta ve yakınlarını gerçek dışı açıklamalarla hekimler aleyhine kışkırtmakla sorumluluktan kurtulduklarını sanıyorlar ancak onlar tarih karşısında, hekim kamuoyunca mahkum olduklarını bir anlayabilseler…

 Hekimlik şiddetten mutlak arındırılmış bir alandır, yüzyıllardır bu alan dokunulmazdı, ancak tek kutuplu dünya oluştu uluslararası sözler ve gelenekler bozuldu. Artık hekimler de şiddetten payını ayrımsız  olarak almaktadır. İşte birkaç örnek: 
İsrail ordusunun Gazze'nin kuzeyindeki Beyti Hanun geçit noktasında sınır tanımayan doktorlara saldırı düzenlemesi sonucunda ikisi ağır 4 doktorun yaralanması, Yemen’de Cibla Baptist Hastanesi'ne hasta ziyareti için geldiğini söyleyen saldırganın, yarı otomatik silahıyla ateş açıp üç Amerikalı doktoru öldürmesi, Amerikan işgal birliklerinin Irak’ta bombaladıkları hastanelerde sivillerle beraber onlarca doktorun ölmesi haberleri gazete yapraklarında sararmakta.

Gazeteci Hatice Yaşar’ın  Radikal Gazetesindeki yazı dizisinden bir alıntı yapalım:
3 yıldır iç hastalıkları servisinde asistan olarak çalışan günde 80-100 hastaya bakan Dr.Yaşar Yoğun, yaşadıklarını anlatıyor:
"Ben idealist bir doktorum. İşimi seviyorum ama hastalar bize karşı çok önyargılı. Acilden poliklinik hizmeti bekliyor hastalar. Acil servise başvuru sayısı günlük 500-1000'dir. Yüzde 90'ı müphem hastalıklardır. Hastaya bakışınız, çabuk muayene olmak için gelmiştir' oluyor.  Acilin yükü de asistanların omuzlarına yüklenmiştir. Hasta yakınları hep sizden açıklama bekler. Biz burada canımızı dişimize takarak çalışıyoruz, ama hastalar onlarla ilgilenmediğimizi düşünüyor. İnsanlar karşılarında bizi gördükleri için bozuk sistemin sorumlusu olarak da bizi görüyorlar. Yoğunluk içinde insanlar sizden sıcaklık bekliyorlar olamıyorsunuz,  çünkü vaktiniz yok.  Geçen yıl hasta yakınları tarafından dövüldüm.  Arkadaşlarımız yetişmese belki de öldürülecektim.  Her an gerginlik var. Küfürlere alıştık artık.. Hakemler bile küfür edilince anons yaptırıyor. Ama bizde o da yok..  Dayak yememek için artık susuyoruz…. hastaların yargısız infazı var.  Medya da katkı sunuyor bu infaza.  Bu yıl 20 arkadaşımız hasta ve yakınlarından dayak yedi.  Bıçak çeken, tabanca gösteren oldu.  Her şeyden önce can güvenliği önemli."   Dr  Yoğun, hastalara kalp masajı yaparak kurtarmaya çalışırken dahi sorulara maruz kaldığını söylüyor:
"Bir gece aynı anda üç kişinin kalbi durdu. Müdahalede bulunduk,  yeni hasta geldi ve yakını 'neden benim hastamla ilgilenmiyorsunuz?' dedi.  O sırada ister istemez 'defol git' diyorsunuz. Çünkü hastaların kalbi durmuş, onları kurtarmaya çalışıyoruz. Bağırdı çağırdı,  saldırmak istedi. Kalp masajının anlamını sokaktaki adam da biliyor. Bunu anlaması gerek. Hasta yakınları büyük bir sorun. Kalbi duran hastayı kurtarmak için yakınını üzerinden almak amacıyla dakikalarca uğraştığım oldu.  Öleceği belli olan hasta kaybedildiği için yakınları doktorlara saldırıp, hemşireleri saçlarından sürükledi. 50 milyarlık makineler kırıldı. Bir gecede beş hastamı kaybettiğim oldu. Bunlardan etkilenmediğim söylenebilir mi?  İnsanların bizi anlamalarını istiyoruz.  Suçu bizde görmesinler."


Acil servislerde çalışanlar hem hasta hem de hasta yakınları tarafından şiddete maruz kalıyor. Cezaevi hekimlerinin mesleki riski daha da yüksek katsayılardadır. Ülke genelindeki 605 cezaevinde sadece 151 hekim, 52 diş hekimi, 33 psikolog bulunuyor. Görüldüğü gibi cezaevlerinde büyük bir hekim açığı var.  Başta üniversite hastaneleri olmak üzere büyük hastanelerde bile mahkum koğuşu bulunmuyor. Olanlar da bodrum katlarında sağlığa elverişsiz mekanlarda kurulmuştur. Acil hastaların sevkleri sorunlu yaşanıyor. Tedavisi basit bir hastalık bile süreç içinde ağırlaşıyor.  Cezaevi hekimleri sadece bu nedenle büyük bir risk altındadırlar, çünkü adli veya politik mahkum sağlık sorununun çözümündeki olumsuzluklardan dolayı muhattap olduğu hekimi sorumlu tutmaktadır, bu yaklaşım beraberinde tehdit ve can güvenliği korkusunu getirmektedir, buna bir de hekime idari makamlarca uygulanan baskıyı da ilave edersek cezaevi hekimleri psikolojik büyük bir travma içinde görevlerini yapmaktadırlar.


14 Nis 2012

İnce Müzik Zevki


Dost meclisinde sohbetteyiz, konu müzik, dostlar düşüncelerini, beğenilerini aktarıyorlar, kimisi popüler müzik kültürü üzerine demeç patlatıyor, kimisi engin caz kültüründen kısa pasajlarla uçuyor. Sohbet koyulaştıkça  dostlarla, dostluklara güvenerek, dostça yapılan sohbette dostluklar hafiften çatırdamaya başlıyor. Konu “ince müzik zevki”. Bir dost buna itiraz ediyor “rafine müzik zevki” demek daha doğruymuş. Konuşuyor herkes,  seller-sular gibi…. Dinliyorum (gözlerim kapalı değil ) !

Klasik müzik dinlemeyene, dinleyip de sevmeyene insan demem” diyor bir dost. Yetmiyor klasik müziğin de öyle hepsi aşure gibi sevilmezmiş, “CHOPIN dinleyeceksin sadece”, onun romantizmini anlatırken uyarmadan da geçemiyor “aman ha Schubert ile karıştırmayın ayıp olur” ( ??? ve de bir ? daha).
Can dostlardan biri aradaki suskunluktan faydalanarak atlıyor sahneye,  Leonard Cohen’den başka sese tahammül  edemem”.  Anlatıyor durmaksızın, o sesteki duyarlılığı, şarkı sözlerindeki  derinliği, yaş ile  performans arasındaki  dengeyi .… (vay anasına sayın seyirciler, yıllardır benim dinlediğim başka bir Cohen galiba ?).
Sözün bu konuya  nasıl transfer olacağını düşünürken sol köşeden uzun bir orta geliyor, biraz ofsaytta yakalanıyorum ama bu pası alıp başlıyorum konuşmaya, biraz okumuşluğumuz var bu konuda. Protest, politik, etnik müzik çalımlarıyla ceza sahasına girmek üzereyken şiddetli bir faul yapılıyor bana, “bırak bana anlatma Grup Yorum’u ” tarzında sert bir taban darbesi alıyorum. Bu ara saha, yani masa  biraz karışıyor, özellikle sol tarafta ciddi itiş-kakış  yaşanıyor, ama hepsi saman alevi gibi hemen sönüyor. O sırada bir dost “Çav Bella” söylemeye başlıyor, bir diğeri “ Commandante Che Guevaraaa” diye birden ayağa kalkıyor. Genelde çok az konuşan ve sadece sigara içerek dost ortamlarına katılan zayıf, omuzları çökmüş, elmacık kemikleri yüzünü dolduran sessiz dostumuz sigarasını söndürüp “Şu Metrisin önü” türküsünü  hem de pek içten söylemez mi  !!!  Birden bir sessizlik oluyor ve herkes yerine sakince oturuyor. Fırtına öncesi sessizlik gibi.
İşte ne oluyorsa bu anda oluyor, masanın sağ ve orta kısmında oturan dostlar hep bir ağızdan “arabesk, pop müzik hatta -bir zamanlar çok revaçta olan- Anadolu rock müziği, hepsi de yoz müziktir, hatta müzik bile değildir, bunlarda incelik yoktur, dinlenmesini bırakın konuşulmasına bile tahammül edilemez” tarzı bir ortak tavır  ortaya koyuyorlar. Ama höşgörülü değiller, karşı görüşleri dinlemek istemiyorlar. Yani yine bir klasik yaşanıyor dostlar arasında, dostça. Dost meclisindeki dostluklar, bu akşamlık bu kadarmış denilip herkes bir başka dost meclisinde buluşmak üzere dostça ayrılıyorlar.
Eve gidiyorum önce bir Sezen Aksu parçası  dinliyorum  ”Vazgeçtim”, arkasından Vivaldi iyi gidiyor hem de “4 mevsim” birden, sonra Pink Floyd’dan “shine on you crazy diamond” patlatıyorum, Ahmet Kaya bana, “hadi sen git işine de, herkes kendi işine, dağlarımda zulüm var  lo, gidemem yar peşine” diyor. Yatmadan önce bir Norah Jones ne iyi gider diyorum ve hemen arkasına  Pavarotti’den “nessun dorma” dinliyorum. Araya da bir Cem Karaca sıkıştırıyorum. “Benim müzik zevkim ince be dostlar” diyerek yorganı başıma çekiyorum.

13 Nis 2012

Kelimelerden Ürkmek



Bazı kelimeleri kullanmaktan korkuyoruz,  halbuki bu kelimelerin yerini tutabilecek veya gerçek anlamı yansıtabilecek kelime kullanmak kolay olmuyor, “ülkü”  kelimesi misal. Amaç edinilen, ulaşılmak istenen erek, ideal demektir  ülkü, eskilerin deyimiyle mefkure’dir. Gerçekte olmayıp, yalnızca düşünce ile kavranabilen şeydir, yalnızca gereklilik ve  erişilmesi istenen amaç olarak kalan hedeftir. Bu kelimenin belirli bir siyasi düşünce tarafından sahiplenilmesi, ve bu düşünceyi benimseyen bir gençlik örgütüne üye olanların tekelinde görülmesi nedeniyle kullanılmaktan korkulduğu gerçeğini kabul etmeliyiz. Ülküm şudur dediğiniz anda, ülkücü görüşü benimsediğiniz düşünülür ve bu kelimeyi kullanmaktan çekinirsiniz. Ülkü sahibi  olmak neredeyse sol dünya görüşünde yasaktır. Ülkü sahibi olunmadan sağ-sol hiçbir siyasi düşüncede ayaklar yere basmaz ki.



 Bir diğer kelime “hoşgörü”.  Hoşgörüden bahsettiğiniz zaman bu kavramın bir cemaatin tekelinde olduğu önyargısı nedeniyle potansiyel cemaat sempatizanı gibi algılanıyorsunuz. Ne güzel, ne anlamlı bir kelime hoşgörü ve yerini tutacak bir benzer kelime bulmakta zorlanıyoruz. O malum cemaat bu kelimeyi sahipleniyorsa, bu kelimeyi düşünce ve eylemlerinde sembol olarak  kullanıyorsa, bizlerin vazgeçmesi gerekmez ki, neden bu kelimeyi kullananlara karşı önyargılı olmaktan vazgeçmiyor, hoşgörü kelimesini kullananlara karşı hoşgörülü davranmıyoruz, anlamakta zorluk çekiyorum.


Gelin “devrim” kelimesinin durumunu irdeleyelim. Hani o kadar korkutucu bulunur ki, resmi ağızlarda “inkilap” olarak telafuz edilir bu kelime. 12 Eylül yasaklarının vurduğu bir kelimedir. Korkuyla sindirilmiş bir kelimedir. “Atatürk Devrimleri” derseniz sol ideoloji propagandası yapmakla suçlanırsınız. “Atatürk İnkilapları” derseniz bazı duyarlı kesimlerin kapsama alanı dışında kalır rahat edersiniz. Aslında devrim çok anlamlı bir kelime. Devrim, belli bir alanda hızlı, köklü ve nitelikli değişikliktir, olumluluk içerir, iyiye güzele gidişi belirtir. Siyasal anlamda devrim bir kitle hareketi ile politik sistemin bütününde önemli bir değişmenin gerçekleşmesidir ancak tanımdan anlaşılacağı gibi “devrim” sadece politik sistemle sınırlı değildir. Toplumların sosyo-ekonomik yapılarında uzun vadede önemli sonuçlar getiren icat ve değişiklikler de devrimdir. Örneğin sanayi devrimi, tarım devrimi, teknolojik devrim. Sanatta da  devrim olur, hukuk sisteminde de. Ama devrimden söz ettiğiniz zaman “Marksist-Leninist hatta Maoist” gibi, bir dönem savcıların çok severek kullandığı klişe sözlerle hedef gösterilebilir korkusuyla bu kelimeyi kullanmaktan kaçınırsınız.

Bir de ”barış kelimesi var ki, tamamen ideolojik jargona oturtulan, söylendiği zaman bazı kesimleri rahatsız eden masum ve anlamlı bir kelime. Genel anlamda düşmanlığın olmadığı, kötülükten, kavgadan  uzak, sessizlik ve  huzur içinde yaşamak olarak tanımlanır. Barış kelimesi duygusal bir durum için de kullanılabilir. Bir insanın iç barışını sağlamış olması veya kendisiyle barışık olması gibi. Barış isteyen kişi, bu kelime karşıtlarının hedefi olmakta, barış karşıtı olan savaş  hiç beklemediği ve hak etmediği bir desteği çaba sarf etmeden almaktadır. Barıştan söz etmek nerdeyse bölücülük propagandası yapmak, ülke aleyhine çalışmakla eş tutulmaktadır.

Bir de kullanılan kelimelerle dünya görüşü ortaya konulur ki bu ayrı bir yazı konusudur. Uygarlık derseniz, egemenlik derseniz sol, medeniyet derseniz, hakimiyet derseniz sağ pencereden dünyaya baktığınız hemen şıp diye anlaşılır. Bir cerrahın cerrahi aletleri kullanma becerisi iyiyse, “cerrahi aletlere hakimiyeti var” demek yerine “cerrahi aletlere egemenliği var” demek komik olmaz mı ?  Ya da “hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” derseniz sağ bakış açısıyla “hakimiyet allahındır” diye karşınıza çıkarlar, “egemenlik kayıt şartsız milletindir” derseniz egemenlik sol jargona uyduğu için, hakimiyet yerine kullanılsa bile sağ bakış açısı bundan rahatsız olmaz.

Bir toplum kelimelerden korkarak, kelimelere anlamı dışında anlamlar yükleyerek, onları şifreli hale getirerek veya dokunulmazlık zırhına sokarak bir yere varamaz. Kelimeler bizim dostumuz, onlarla kavgamız yok, onları masum işlevleriyle baş başa bırakalım. Özgür bırakalım onları.


12 Nis 2012

Tıbbın ölümcül hastalığı: MEKANİKLESME



Ölümcül hastalık, adı üstünde, eskilerin deyimiyle “maraz-ı mevt”. Tıp insanların sağlığı için uğraşırken kendi sağlığında da sorunlar yaşamakta, bir takım hastalıklara yakalanmakta, bunlarla da uğraşmaktadır. Tıp tarihinin uzun tünelinde “büyücülük, şarlatanlık, ortaçağ karanlığı, bilimsel kıskançlık” gibi birçok hastalığı görmekteyiz. Ama akıl ve sağduyunun yanına bilimi alan tıp, bu hastalıkların çoğunu yenmiş, bir kısmının kökünü kazımış bir kısmını ise kontrol altına almıştır. Ancak tıbbın başı bu kez yeni bir hastalık ile derttedir. Bu tedavisi henüz bilinmeyen yeni ölümcül bir hastalıktır, adı “mekanikleşme”dir.

Son 50 yıldır teknolojide görülen olağanüstü gelişmeler tıpta da etkisini göstermiş, yeni ve gelişmiş  olanaklar tanı ve tedavide yoğun olarak kullanılmaya başlanmıştır. Tıp teknolojisinde ve bu teknolojinin kullanımında ortaya çıkan olumlu ve olumsuz değişiklikler ve sonuçları üzerinde önemle durmak gereklidir. Olumlu sonuçlar için başta yazılı ve görsel basında hatta şehir meydanlarındaki  billboardlarda yeterince bilgi verilmektedir. Tabii hakkını yemeyelim, bu konuda bilimsel çalışmalar da oldukça yoğun yapılmaktadır. Olumlu gelişmeleri ve sonuçları şöyle bir kenara koyalım. Bu yazıda olumsuz sonuçlardan biri ve en önemlisi üzerinde, tıp sanatının mekanikleşmesi üzerinde duracağım. Tıp mekanikleşince hekim bir teknisyen, hasta ise tam anlamıyla bir cihaz konumuna düşmektedir. Tıbbın insancıl yönünü vurgulayan bu yazıda amacım çoğu zaman yapıldığı gibi “kötülüğün faturasını teknoloji’ye çıkarmak”, onu günah keçisi yapmak asla değildir. Çünkü teknolojiyi de, ona kaynaklık eden bilimi de bizler, insanoğlu üretiyoruz ve yine bizler kendimiz için kullanıyoruz.

Gelişen tıbbi teknolojinin tıbbı nasıl etkilediğinin, tanı ve tedavide hangi yenilik ve kolaylıkları getirdiğinin, hekimlerin ve hastaların bu teknolojiden nasıl etkilendiğinin, onlara neler kazandırdığının şüphesiz farkındayım. Ancak aynı zamanda nasıl bağımlılık yarattığının ve tıp sanatından nasıl uzaklaşıldığının da farkındayım. Daha yüksek teknoloji kullanan tıp dalları giderek önem kazanıyorlar, bu bölümler sağlık hizmeti sunumunda yüksek gelirler elde ediyorlar, bu nedenle giderek daha yoğun bir şekilde yüksek teknolojiye yönelme oluyor. “Peki, bunun ne zararı var?” denilebilir. Gelin bunu birlikte irdeleyelim…

 

Teknolojiye duyulan güvenle birlikte, yüksek teknolojik yöntemler, tıbbın temeli ve insani öğesi olan anamnez almanın (hastanın hikayesini alma) ve fizik muayenenin önüne geçmektedir.  Hekim ile hastanın insan olarak karşı karşıya geldiği, iletişim kurduğu, belki de hasta-hekim arasında güven duygusunun en çok oluştuğu (veya yok olduğu) süreç olan anamnez almak, muayene etmek, hastayla iletişim kurmak, ona dokunmak gibi safhalar ortadan kalkıyor. Böylece hastasına zaman ayıramayan hatta ayırmak istemeyen doktor bu teknolojik tanı yöntemlerine bağımlı hale geliyor.  Bu durumda hekimliğin, hastayı biyolojik, psikolojik ve sosyal ortamı ile ele almayı gerektiren bir sanat olduğunu evlatlarımıza öğretmekte ne yazık ki başarısız olmaktayız. Robotik cerrahiye karşı değilim ama cerrahların robotlaşmasından endişe duyuyorum. Her hastada aynı robotlaşmış hareketlerle mesleği icra etmeye doğru gidildiğini görüyorum ve tıp sanatı adına tedirgin oluyorum. Tıbbın giderek teknolojiye bağımlı hale geldiği hatta onunla özdeşleştiği, farklı seslerin teknoloji karşıtlığı olarak algılandığı, bu nedenle de farklı bir ses çıkarmanın gittikçe güçleştiği bir ortamda, böyle bir yazı yazma gereğini duydum. Çünkü son teknolojiyi kullanmayan hekimin bir şeyleri atlayacağı veya yanlış yapacağı düşüncesi o kadar baskın ve yaygındır ki; hekim kendisini, daha iyi olanı yapmak için daha yeni ve daha pahalı olan teknolojiyi kullanmak zorunda hissetmektedir. Başka bir deyişle, hekim tıp sanatını özgürce yapamamaktadır. Kısaca bu baskıcı ortam hekimliği sanat olmaktan çıkarıp mekanik bir meslek haline getirmektedir.

Bu sadece ülkemize ait bir olgu da değildir, bu durum dünyanın gerçeğidir. Örneğin İngiltere’de 2020 yılını hedef alan bir “Teknoloji Öngörü Programı”nda “Sağlık Mühendisliği” başlığını taşıyan bölümde şu tavsiyeler yer alıyor: “Hükümetin, fon sağlayan kurumların ve üniversitelerin matematik, biyoloji, tıp, mühendislik bilimleri ve fizik bilimler arasında daha iyi bir ‘entegrasyon’ sağlamanın yollarını bulması gereklidir”. Görüldüğü gibi burada da tamamen bilim-teknoloji-mekanikleşme ön plana alınmıştır. Bu metinde  etik, hak-hukuk, iletişim, empati-sempati, sanat, tarih, felsefe vb. hiçbir insani değer  yer almamıştır.  FDA’nın “National Center for Toxicological Research” raporunda FDA Biyofarmasötik Bölümü Başkan Yardımcısı Felix Frueh bakın ne güzel bir sorgulama yapıyor: “Neden bazı insanlar kanser olur da bazıları olmaz? Kanser bazısında neden daha saldırgandır? Neden bu ilaç sizde etkisini gösterir de beni etkilemez? Neden bir başkası için etkin dozun iki katına çıkması gerekir? Neden bazıları için standart dozun yarısı yeterli olur?” Bu sorgulamada insan faktörünün önemi vurgulanmakta,herkese aynı yüksek teknolojiyi uygulamanın, “tek boyutlu tıp” yaklaşımında bulunmanın  ne kadar doğru olduğu sorgulanmaktadır.  Hastalık yok hasta vardır” söylemini çöpe mi atmamalıyız.  Doğru zamanda, doğru hasta için, doğru yöntemle tanı koymak ve tedavi etmek için ileri teknoloji veya komplike yöntemler ne derece sağlıklıdır, sorgulamalıyız.  Uygun dozda, uygun ilaç ve uygun girişim uygulamak için mekanikleşmek şart değildir.  Sadece laboratuvar ve görüntüleme sonuçlarına bakarak tanı koyan bir hekim kuşağı geliştiğinin farkına varmak zorundayız. Eskiden biz hekimleri Hulusi Behçet’ler, T. Billroth’lar, Muzaffer Aksoy’lar, T.Kocher’ler yönlendiriyordu. Şimdi ise Storz’lar, Ausculap’lar, Siemens’ler, GE’ler, Ethicon’lar yönlendirmekte. İlk gruptakiler etiyle kemiğiyle, duygularıyla düşünceleriyle insandı. İkinci gruptakiler ise cıvatasıyla, çipleriyle, ekranlarıyla, voltajlarıyla cansız objeler, makineler, yani teknoloji.

 

İyi bir hekimin sanatçı yanının da kuvvetli olması gerektiğini ısrarla vurgulamaktayız, çünkü bir hekim ne kadar bilgili ve deneyimli olursa olsun, insanların, hastalarının, hasta yakınlarının duygu ve düşüncelerini anlamak, hissetmek, empati yapmak zorundadır. Hasta, hekim için, “19 numaralı hasta” değildir, olmamalıdır; “katarakt ameliyatı olacak hasta” değildir olmamalıdır, “pencere kenarındaki yatakta yatan diyabetli kadın” hiç değildir, olmamalıdır! Bu hastalar Ali Bey’dir, Ayşe Hanım’dır, Bay Çelik’tir, Bayan Çelik’tir. Bunlar anamız, babamız, yakınımız değildir belki ama onlar bizden sadece tedavi olmayı bekleyen insanlar da değildir. En insani değerler olan sevgi, şefkat, saygı, hoşgörü, samimiyet, dürüstlük, yardımseverlik, iyilik bekleyen insanlardır. Bize güvenen, en kutsal hakkı olan yaşama hakkını teslim eden insanlardır. Kendileriyle konuşulmasını ve dinlenilmesini beklemektedirler. Hatırlarının sorulmasını, sıkıntılarının olup olmadığının öğrenilmesini istemektedirler. Ellerinin tutulmasını, sırtlarının okşanmasını, ilaçların iyi gelip gelmediğinin, ağrılarının olup olmadığının sorgulanmasını istemektedirler. Mekanik doktor değil, tıp sanatını uygulayan hekim istemektedirler. Bu isteklerinin masum ve doğal olduğunun da bilincindedirler. Ama ne yazık ki, isteklerine yanıt verebilecek hekim sayısı azalırken mekanikleşen doktor sayısının artmakta olduğunun da farkındadırlar.

Ölümcül Hastalık Umutsuzluk” adlı eserinde Kierkegaard, “bir şeyden umutsuzluğa düşmenin gerçek umutsuzluk sanıldığı çağımızda, asıl umutsuzluğun insanın kendinden umutsuzluğa düşmesi olduğu” saptamasını hatırlatarak, tıbbın bu ölümcül hastalığının da çaresinin bulunacağı ve çarenin bizlerde, yine hekimlerde olduğuna dair umudumuzu koruduğumuzu vurgulayarak yazımızı noktalayalım.

 

6 Nis 2012

Çiselemeler (2)



Fenerbahçe Parkı, baharı hatırlatan güneşiyle yine de soğukça bir Mart sonu sabahı. Sahilden alnıma serin bir esinti vuruyor, adeta ısırıyor, zihnimi açıyor ve berraklaştırıyor.  Film şeridi dönmeye başladı. 29 yıl öncesine dönüş. İlk yavrum doğmuş, ilk çocuk,  ilk heyecan, ben mutluyum çünkü erkek çocuk gelmiş. Ne kadar çağdaş, batı kültürü  vesaire alsam da genetik kodlamamda bir oryantalist hatta feodal boyut var sanıyorum,  ısrarla erkek çocuk istemiştim çünkü. Boynu süt kokuyor, anne sütü, o ne güzel bir koku. Şimdi düşünüyorum, boynunu öpmeme izin verir mi acaba canım oğlum, sakalları batmadan onu koklayabilir miyim acep ?  Hatırladığım kadarıyla ilk okula başladıktan sonra başlayan ve progressif olarak artan  bir “cool” duruşu var kuzumun. Küçükken hep olgun adam havası vardı, şimdi ise bir “bilen”  duruşuna geçti, "guru" mübarek. Laf aramızda biraz çekinirim ondan. Birkaç yıldır yurtdışında çalıştığından uzun süre görüşemiyoruz, gördüğümde  sıkı sıkı sarıldığımda, ona has bir erkek kokusu hissediyorum her seferinde, sanki o bebeklikte süt kokusunu çağrıştıran.

Yıl 1983, anne asistan, baba çiçeği burnunda uzman, nöbetler neredeyse gün aşırı, dolayısıyla kuzum bir gece benimle bir gece annesiyle beraber. Ana kucağı diyorlar bir sallangaç var, bizimki nefret ediyor ondan, ana kucağı istemiyor baba ayağı istiyor, ayaklarımda sallıyorum. Aklıma  gelince hala utanırım,  nöbetten çıktığım bir gün, ayağımda sallarken uyuya kalıyorum, o cin gibi, ayağımdan yere düştüğü zaman uyanıyorum, sanki bana gülüyor, ve ben sallamaya o ise uyumamaya devam….  Şeytan diyor ki  içir şuna bir şişe passiflora uyusun kerata” .  O sıralar şeytan aslında fazla mesai yapıyor nedense?  Nöbetler ağır, geçim sıkıntısı ağır, 12 Eylül’ün siyasi havası ağır. Dedim ya şeytanı bol yıllar.  Altını değiştirmeyi çok iyi beceriyordum, dün gibi hatırlıyorum. Bir cerrah becerisiyle sarıp sarmalıyordum. Ya paramız yoktu ya da çok yaygın değildi veya her ikisi bilemedim simdi, ama “pampers” gibi kağıt bezi kullanmıyorduk. Tek bir boyutta, sanırım patiskadan yapılma, yıkandıklarında sakız gibi kokan bembeyaz bezler vardı. Onlar yıkandıktan sonra   kurutmak için odaya asıldıklarında bütün camlar buhar olurdu, hiç unutamıyorum. Guigoz isimli bir mama veriyorduk, metal kutuda satılıyordu, daha doğrusu satılmıyor tanıdık pilot ve hosteslerle yurtdışından getirtiyorduk. Paramız çıkışmadığında “Arı Mama” veya “SMA”  veriyorduk,  tam hatırlamıyorum şimdi. Mamayı yememek için o direnir yedirmek için ben direnirdim, zafer genelde yüzüme mamaları püskürterek onun olurdu, ne kadar sabırlı oluyor insan evlat söz konusu olunca. Babaannesi “puf böreği” derdi, tombik kol ve bacaklarını severken, şimdi ise 1.85’lik bir “fit” bir adam. Azıcık “Heineken” göbeği var ama…

Parkta yürümeye devam ediyorum film şeridi birden hızlandı, ben istemeden hızla bugünlere geldi. Sanırım bilinçaltım spor tembelliğimi bildiğinden bir başka yürüyüş gününe saklıyor diğer hatıraları, yürüyüş yaptırmak için böyle bir yöntem uyguluyor galiba. Bu gidişle çokça sabah yürüyüşleri yapmak farz oldu, çünkü anlatacak o kadar çok çiseleme var ki ; kardeş(ler)in gelişiyle yaşamını bir değil iki ortakla paylaşması, ilkokula gidişi, kolej sınavlarındaki insafsız  yarışı yarasız-beresiz atlatması , Alman Lisesi daha doğrusu İstiklal maceraları,  inter-rail  sonrası özgüvenli bir dönem, üniversiteye (İTÜ) giriş ve nefretle bitiriş, Etiler'de hareketli öğrenci evi,  derken iş ve meslek sahibi olması ve Amsterdam'a uçuş, bir yığın bir şey işte….
Neyse, şimdilerde oğlumla karşılıklı rakı içerken ne Türkiye’yi kurtarmaya soyunuyoruz, ne de dünya siyasetini analiz etmeye. Bazen çok duyarlı olduğu çevre kirliliği, insan hakları gibi konularda söyleşiyoruz.  Çocukluk anılarını paylaşıyoruz genelde, doğrusu ben konuşuyorum daha çok, çünkü o konuşmayı benim gibi dehşetli bir şekilde sevmiyor. Az ve öz konuşuyor. Bazen lafı öyle bir oturtuyor ki maazallah  çocuk düşürtür.  Bu çocuk bebekken de çok güzeldi, şimdi de çok yakışıklı, yeşil gözlü. Anne tarafına çekmiş  kesinlikle ? Neyse aklı da bana çekmiştir  o zaman (!).  Akıllı olduğu doktor olmadığından belli zaten. 
Başarılı bir eğitim ve öğretim gördü, gezmeyi, okumayı seviyor, yazıyor da, kalemi de kuvvetli, bu da baba tarafına çekmiş desem ? Biraz maymun iştahlı gibi, bence kesin öyle !  Portföyünde olanlardan aklımda kalanlar, film ve sinema ilgisi, gitar çalmak, metal ve hard rock uzmanlığı,  Uzak Doğu ilgisi, Hindistan ve Tibet seyahati programları, yoga, son günlerde dik duvara  tırmanma, vs...  Ama portföyünde saklı tuttuğu bir şey var kuzumun, “insan sevgisi”.  Hrant Dink  ile ölen, Madımak’takilerle yakılan, köprüden atılan Antuan  ile acı çeken, parasız eğitim için pankart asan yaşıtlarıyla hapse giren, Ahmet Şık’a uygulananlar karşısında “dokunmaktan” kaçmayan bir insan sevgisi ve duyarlılığı taşıyor yüreği  adıyla müsemma” oğlumun, kuzumun.

4 Nis 2012

Küllerinden Dogan Cerrah, WS HALSTED


  
Yaşam çoğu kez  rastlantılarla şekillenir. Bunların bazısı insanı düze çıkarırken bazısı da beklenmedik olumsuzluklara çekiverir. İşte cerrahi tarihinde de  bazı ilginç tesadüfler sonucunda roman gibi gelişen olaylar birbirini izlemiş ve ortaya ibretlik öyküler çıkmıştır.


Misal; Eylül 1884’de Viyana’da göz doktoru Carl Koller’in parasızlıktan gidemediği 15 Eylül’deki Heidelberg Tıp Kongresi’nde “lokal anestezik olarak kokainin  kullanılması” başlıklı bildirisinin başkası tarafından sunulmasından sonra hayranlık uyandırması, ardından Dr Sigmund Freud’la tanışıp onunla birlikte birkaç hafta kokain kullanarak kas güçlerindeki  artışı görmeleri, ancak Freud’un gözlemlerini  sadece sinir sistemine yönelterek, kokainin depresyonun tedavisinde ayrıca ruhsal ve bedensel güçlerin kuvvetlendirilmesinde çok etkili olduğunu bildirmesi, buna karşın Dr Koller’in kokainin lokal anestezik etkisine ilgi duyması ve deneylerini buraya yönlendirmesi Dr Halsted ve arkadaşları ile bir çok öğrencinin kötü kaderini hazırlamıştır. Coller’den Halsted’e uzanan kader halkasının ayrıntılarına bakalım.


William Steaward Halsted (1852-1929)  o sıralarda New York’ta asistanları Richard Hall ve Frank Hartley ile Roosvelt Hastanesi’nde çalışmaktaydı. Halsted’e göre kokain gözde olduğu gibi madem mukozalara damlatıldığında ağrıyı gideriyordu, o zaman vücudun derin yerlerine verildiğinde de etkili olabilirdi. 1884 Eylül sonlarında Dr Halsted ve iki asistanı hemen kendi üzerlerinde kokain  enjeksiyonlarına başladılar. Cilt ve ciltaltı kokain enjeksiyon sonuçları onları cesaretlendirdi. Dr Halsted, asistanları Hartley ve Hall her enjeksiyondan sonra aşırı bir çalışma gücüne eriştiklerini, rahat konuşmaya, ameliyatta daha sakin ve kendilerinden emin davranmaya başladıklarını saptadılar. Hartley ağır bir nezlede burun mukozasındaki tahrişin ağrısını rahatlatmak amacıyla kokain tozunu burna çekince ağrısının hafiflemesinin yanında solunumunun da düzeldiğini fark etti. Sadece Halsted ve asistanları değil, dostları ve öğrencileri de herhangi bir yorgunlukta, nezlede kokaini burunlarına çekiyorlardı. Halsted bu sırada kokain ile deneysel çalışmalara devam ediyordu, bu çalışmalardan biri olan tavşanda siyatik sinire kokain enjekte edilmesinin  sonucunu “iletim anestezisi” olarak yayınladı.


 Kokaini rutin kullanan bu insanlar bir müddet sonra, birkaç gün kokain almayınca baş dönmesi, titreme, nefes darlığı, uykusuzluk ve mide spazmları oluştuğunu fark ettiler. Halsted başlarına geleni anlamıştı ama asistanlarını uyardığında iş işten geçmişti. Hall büyük bir çöküntüye girmiş ve New York’u  terk ederek Santa Barbara’ya gitmiş ve  sonra da kendinden hiçbir haber alınmamıştı. Hartley’in ise  parlak kariyeri sonlandı. Cerrahi asistanlığı bırakmıştı. Daha sonra intihar ettiği anlaşıldı.



Dr Halsted’i kaybetmemek için doktor arkadaşları onu akıl hastanesine yatırdılar. Bu parlak cerrah bir yıl hastanenin duvarları arasında kayboldu. New York’a döndüğünde titiz, obsessif, kırılgan bir adamdı ve kokain alışkanlığından henüz tam olarak kopamamıştı. Arkadaşı Prof Dr Welch, ünlü John Hopkins Hastanesi’ni Baltimor’a taşırken beraberinde Dr Halsted’i de götürdü, orada kendi evine yerleştirdi, kendi laboratuvarında çalıştırdı. Barsak anastomozu ile (dikişleriyle) uğraşmaya başlayan Dr Halsted iyi gibi görünüyordu, ancak büyük bir irade göstererek kendi isteğiyle yeni bir kür yaptırmak için tekrar akıl hastanesine yattı, birkaç ay sonra döndüğünde çok daha iyi görülüyordu. Asla lokal anestezi ile hiçbir girişimde bulunmuyor sadece genel anestezi ile ameliyat yapıyordu. Özellikle meme cerrahisi ile uğraşıyordu. Çok yavaş ve titiz çalışması Amerikan literatürüne geçti. Eskiden bir saatte yaptığı meme ameliyatını 4 saatten önce bitirmiyor, dokulara çok saygılı davranıyor, ameliyat piyeslerini yaygın patolojik incelemeye tabii tutuyor, asepsi, yara bakımı ve pansumanına çok önem veriyordu.


Prof Dr Welch, Dr Halsted’in nispeten kaba ve az gelişmiş Amerikan cerrahisine bir sistem getirdiğini fark ederek onu 1889’da John Hopkins’te cerrahi profesörlüğüne getirdi. Prof. Dr William Steaward  Halsted, John Hopkins’te cerrahi eğitimini şekillendirerek diğer fakültelere örnek ve öncü oldu. Adeta küllerinden yeniden doğan büyük cerrah ve eğitimci Dr.  Halsted’in  Şuuru kapalı bir hastanın yetersiz bir cerraha karşı tek silahı kanamadır” sözü literatüre geçmiştir. İşte tesadüfler, işte mutlu son, ama hayat her zaman mutluluk vaat etmiyor ki !


Ressam John S. Sargent'in fırçasından Prof Welch, Prof Halsted, Prof Osler ve Prof Kelly