Sayfalar

30 Oca 2012

Hekimler






Sahaflardan bir kitap buldum, adı “HEKİMLER”, yazarı Andre Soubiran, kitabın orijinal adı “LES HOMMES EN BLANC” ,  “beyazlı adamlar veya beyaz gömlekliler” anlamına geliyor. Nasuhi Baydar kısaltarak çevirmiş, tarih 1954,  N.  Baydar’ın önsöz yazısının altında Şubat 1954 yazıyor,  yani  benimle yaşıt bu kitap !!!
Önsözünde N. Baydar diyor ki : “… Fransa’da pek büyük bir rağbete mazhar olan (ulaşan) bu kitap şahaser telakki edilerek (kabul edilerek)  yarım milyonu aşan baskı sayısına erişmiştir. Tıp talebesini, genç hekimleri, hastalananları, hastaları olan münevverleri (aydınları), hekimler ve hekimler hakkında benim gibi tereddüt (karasız kalan), şüphe ve kaygı besliyenleri düşünerek telhis (özetleme) ve nakletme işine giriştim. Şimdi  “hangi tereddüt, hangi şüphe ve endişeler ?” sualine cevap vermem lazım geliyor. ………Hekimliğin basit tarifi “sıhhati muhafaza ve bozulduğu zaman iade etmek sanatıdır”. Bu tarifi düşününce yeryüzünde dertlenip derman arayan hiç kimse,  hekimlik ve hekimler yüzünden az çok inkisara (kırılmaya, kırgınlığa) uğramamış olduğunu iddia edemez. Çünkü hastalık daima ızdıraplı, insan oğlu ise ızdıraba tahammülsüzdür; hekimlikten ve hekimlerden acil şifa bekler ve ekseriya (çoğunlukla)  umduğunu bulamaz; o zaman da , hekimliği ve hekimleri hafifser, birini kudretsizlikle, ötekileri de, en az ahlaksızlıkla töhmetlendirir (suçlar). Halbuki hekimlik sanatının imkanları  mahdud (kısıtlı), hekimler de bütün hemcinsleri gibi, beşeri zaafla malüldür (kişisel zayıflıkları vardır). Şüphesiz gönül ister ki,  hekimlik mucizeler yaratsın, onu meslek edinmiş olanlar hiçbir tereddüt ve şüpheye mahal vermiyecek bir karaktere ve en sağlam meslek ahlakına sahip olsun !  “HEKİMLER” romanı bu temennilerin(dileklerin)  tahakkuku (gerçekleşmesi) için  mümkün müdür değil midir ; bunları ……..safha safha izah etmektedir.”  (kitaptan olduğu gibi aktardım, yazım hatalarına cümle yapılarına dokunmadım)
Nasuhi Baydar’ın hekimler hakkında pek de iyi ve olumlu görüşleri olmadığı açık, belki biraz da önyargılı, kimbilir o da hekimler tarafından kırılmış belki de ?  Ancak ne kadar açık ve zarif bir şekilde bunu ortaya koyuyor. Bu olumsuz görüşlerinin değişmesini gönülden istediği için de, o dönemde çok kolay olmayan çeviri ve kısaltmayı yaparak  3 ciltlik kitabı 500 sayfalık tek  kitap haline getiriyor.  Önsözün sonunda kitabın  en temiz hisleri  duyarak, düşünerek, eğlenerek okunmasını  istiyor, bu şekilde Türk irfanına (kültürüne) hizmet ettiğini belirtiyor.  Kısaca bu kitaptan önce  var olan önyargıların, kitaptan sonra değişeceğini öngörüyor. Zaten bu işe girişirken kendi görüşlerinin değiştiğini bu nedenle de herkesin bu kitaptan yararlanacağını umduğunu belirtiyor. Önyargı-öngörü değişimi !


Düşünüyorum da şimdi kim böyle halisane (içtenlikle),  böyle  safiyane (temiz ) duygularla böyle bir işe girişir, kim hekimleri yüceltmeyi düşünüp te böyle bir emeği göze alır, kim böyle bir özeleştiri romanı yazar, hangi yayınevi  bunu değerli bulur da basar ?  Hergün hekimlere uygulanan bir şiddet haberi,  hergün ülkenin sağlık politikasından sorumlu  en yetkili ağızlardan hekimi rencide edici, itham edici, hatta çok  yaralayıcı sözler.

 Hekimliğin ve hekimlerin içinde bulunduğu dar boğazdan çıkış için Nasuhi Baydar’lara ihtiyaç var sanırım. Önceki  yazılarımdan birinde değindiğim Atatürk’e ait olmayan “Beni Türk Hekimlerine Emanet Edin” sözü yerine artık her yere “ Benim Hekimlerimi  Onları Sevmeyen Sağlık Bakanına Emanet Etmeyin” sözünü yerleştirelim. Üstüne alınan olursa alınsın, alınan da bu sözün doğru olmadığını hekimlere kanıtlasın.  Ancak, uyarıyorum herkesi,  bu sözü de "Atatürk söylemiş"  demek yok ( ! )


Aslında olayı bir başka boyutuyla düşününce acaba yukarıdaki tablonun şekillenmesinde  biz hekimlerin payı yok mu diye soruyorum  ve hemen ardından aklıma değerli meslekdaşım Prof Dr Feyza Erkan’ın çok sevdiğim “itiraf”ı geliyor. “Kendi kendimizi aslında biz tükettik” diyor sevgili Feyza ve devam ediyor ; Bu mesleği niçin, nasıl ve ne zaman seçtiğimizi anımsıyor muyuz ?  Saf yüreğimizle aldığımız bu karara dürüstçe bağlı kalarak, engellere cesaretle direnmek yerine düzenin çarkları arasında öğütülmeyi seçtik. Bir-iki dakikada hasta muayene etmeye, araç ve personel yetersizliklerine ses çıkarmadık. Kamuda rektör veya başhekime, özelde hastane sahibine boyun eğdik. Tüketim toplumunun cazibelerine kapılarak parası olan ve olmayan hastalarımız arasında ayrım gözettik. Bu bataklıkta bir nilüfer çiçeği gibi tertemiz kalmak varken beyaz önlüklerimizi kirlettik. Biz düşük maaşımız veya zor çalışma koşullarımız nedeniyle değil, yüreğimizdeki heyecanı, kendimize ve diğer insanlara karşı duyduğumuz sevgi ve saygıyı kaybettiğimiz için tükendik. O halde ! Yeniden canlanmayı da başarabiliriz aslında”.

29 Oca 2012

BRUEGEL Çocuk Oyunları (bir bilmece mi?)





XVI. yüzyılın en büyük ressamlarından biri Pieter Bruegel’dir (the elder/ 1525-1569), Ikarus efsanesinde onu tanımıştık.  
Bruegel  günlük yaşam sahnelerini, mitolojik  konuları, kendine özgü bir çizimle genişçe bir manzara içine yerleştirdiği  çoğu insan olmak üzere kalabalık  figürlü resimleri ile sürrealizm ve postmodern resmin ilk uygulayıcısıdır bence . Size bu büyük ressamın resimlerinden ilginç bir tanesini her türlü çocuk oyunlarını içeren birini ayrıntılarıyla aktarmak istiyorum. Adeta bir bilmece gibi işlediği bu resmini çözümlemeye çalıştım.
Eserin Adı: Çocuk Oyunları
Yapım tarihi: 1560
Orijinal ebadı: 118 X 161 cm
Tekniği: ahşap üstüne yağlıboya
Bulunduğu yer: Kunsthistorisches Museum / Viyana - Avusturya

İzleyicinin, bu tabloda resmin genelini görebilmesi için resimden uzaklaşması gerekirken, ayrıntıları fark edebilmesi için ise çok daha yakından bakması gerekir.
Resimdeki çocuklar yerel ve o döneme ait kıyafetleri içinde,  yuvarlak kafaları, kardanadamın kömürden gözleri gibi yapıştırılmış kara gözleri, çirkince ve anlamsız yüz ifadeleriyle birbirlerine benziyorlar.
Tabloda 168 erkek ve 78 kız çocuğu var, yetişkin olarak iki figür yer alıyor ki bunlar resmin ortalarında başında gelin duvağı olan kadın ile  resmin  sağ üst bölümde kavga eden iki çocuğun üzerine su döken yaşlı kadındır.
Çocukların hepsi  tek  tek  veya grup halinde oynamaktadırlar, oyun dışında kalıp bekleyen  ya da oynamadan sadece seyreden hiçbir çocuk yoktur.
Tabloda 91 (doksanbir) oyun resmedilmiştir, 91 adet farklı ve bilinen çocuk oyunu.
Resimde yer alan oyuncaklar ; topaç, tahta at, bebek, fırıldak  gibi oyuncaklarla ve oyuncak hâline getirilmiş fıçılar, fıçı çemberleri , tahta sopalardır.
Oyunlar üç grupta toplayabiliriz ; a) sırıkta yürüme ya da tahta ata binme gibi beceri oyunları, b)  halat çekme ve körebe gibi kurallı ve kazanmalı oyunlar  c)  evlilik oyunu ve bakkalcılık gibi  gibi rol yapma oyunları.
Amerikalı sanat eleştirmeni  Sandra L. Hindman tablo için şöyle demektedir "bazı eleştirmenler resmin, çocuk oyunlarının görsel bir ansiklopedisi olduğunu ileri sürmüşler, bazıları da resimdeki belirli çocuk oyunlarının mevsimleri temsil ettiğini söylemişlerdir. Ancak resimde çok fazla mesaj ve anlam vardır.”

Tablodan bazı ayrıntılar:
Resmin sol tarafında bir çocuk, aklın sembolü olan baykuşu  kovalamaya çalışmaktadır  (baykuş tüneği 5, elinde sopa baykuşu kovalayan çocuk 6)
Sol alt köşedeki vaftiz töreni oyununa katılanlardan biri üzerine mavi bir pelerin örtmüştür. Bu durum, yalan söylemek ve kendini ya da bir başkasını kandırmak anlamındaki “birine mavi pelerin giydirmek” deyimini akla getirir (vaftiz alayı 14)
Resmin solundaki binanın üst katından maske takmış çocuk bakmakta, maske ile  Bruegel  aldatmayı, hile ve sahtekarlığı göstermek istemiştir.(7)
Binanın hemen önünde kemikler ile aşık oyunu oynayan iki kız (1), bebekleriyle oynayan kızlar görülmektedir (2).
Aynı yerde  elinde fırıldakla bir genç görülmektedir (9). Fırıldakla oynayan çocuğun tasasızlığı ve yüz ifadesi, "bir fırıldak kadar salak" anlamındaki bir Flaman deyimini anlatmaktadır.
Körebe oynayan çocuklar, bina ile çit arasında yer almaktadırlar (15).  Gelinin tam ortada yer aldığı düğün alayı (44). Hem körebe oynayan çocuklar, hem de düğün alayı, aynı zamanda parlak mavi vurgular ve resmin sol alt köşesine uzanan hareketle vaftiz alayına bağlanmaktadır. Sağ alt köşede bakkalcılık oynayan kız görülmektedir (29).
Resminin en sağına doğru göze çarpan halat çekme oyunu (37), dövüş (75)  ve saç çekme oyunu (32)  çatışmayı ve güç gösterilerini  simgelemektedirler.
Ayakları suya sokma (65), topaç çevirme (55), uzun eşek (28), birdirbir (36), sırıkla yürüme (50), it ite, itin kuyruğuna (78), tahta ata binme (18), çember çevirme (22), altın beşik (19), su kıyısında oturma (66), mavi kulede saklanma (56), çit üstünde ata binme (43), sıra dayağı (38), kağıt-makas (17)  bu oyunlardan bazılarıdır.

Bruegel'in bu tablosu için yapılan yorumlardan benim aklıma en çok yatanı "zıvanadan çıkmış dünya hali"dir. Bilgeliği temsil eden baykuşu kovalayan çocuk, aldatma-hile-düzenbazlığı simgeleyen maske, salaklık sembolü fırıldak, bir çeşit şans oyunu veya kumar oynamak anlamında aşık kemiği, açıkta çiş yapan çocuk vb bu düşünceyi desteklemektedir. Ancak genel bir bakışta, başka hiçbir resimde olmayan bir gerçek görülmektedir, bu kadar çok oyunu ve çocuğu bu kadar ayrıntılı olarak bir resme yerleştirmek.  Naira Koçman'a göre "uzaktan bakıldığında hayatın içindeki karmaşayı anımsatıyor, detaylar incelendiğinde ise bizi içine çeken çeşitli oyunların oynandığı bir dünyayı" resmetmiş Bruegel.  

Haydi sıra bilmece gibi resmi sizin çözmenize geldi. Kolay gelsin....
Faydalandığım kaynaklar : 1)  Bruegel. Keith Roberts, Colour Library, Phaidon Press,1982   2) P Dünya Sanatı Dergisi, sayı 34, 2004

22                                                               14

18 
                                                                      
1 
                                                                                                                          

38 
                                                
                        
36













                
                           


                                                          
              

         66                                                                                                                       19   




                                                                                  56

                               
                                                                               43




9 

                                                                             
 15

17 Oca 2012

BRUEGEL ve İkarus'un Düşüşü





İkarus uçan ilk insan olarak bilinir. İkarus ile ilgili mitolojik söylenceyi bilirsiniz, ayrıntılarına  girmeden efsaneyi kısaca  bir hatırlayalım:  Atina’lı mimar Daidalus’un sürgünde bulunduğu Girit’te bir çocuğu olmuş. Bu çocuğun adı “İKARUS” imiş.  Daidalus ve oğlu İkarus,  Kral Minos'un emriyle mimarın kendisinin inşa ettiği labirente,  ”Labyrinthos”a kapatılmış. Daidalos,   oğlu İkarus ile buradan tek çıkış çarelerinin havayolu olduğunu düşünmüş ve kuşların pencere önüne bıraktığı tüylerden her ikisi için de kaçmaya yarayacak genişlikte  iki çift kanat yapmış,  bu kanatları balmumuyla sırtlarına yapıştırmış.  Bu sırada oğlu İkarus’a “çok yükseklere çıkma güneşin ısısıyla kanatlarındaki balmumu erir, çok alçaktan da uçma denizin nemi kanatlarını ıslatarak bozar, sen beni izle” diye öğüt vermiş.  Giritliler’in  şaşkın bakışları altında  ikisi de birer  kuş gibi havalanmış ve uçmuşlar. İkarus uçmaktan öyle keyif almış ki, babasının öğütlerini unutmuş. Yükseldikçe yükselmiş, semayı ufukta görmüş,  güneşi daha yakından görmek istemiş. Kısacası  İkarus’un yükselmesini engellemek mümkün olamamış. Aydınlığa doğru yükseldikçe yükselmiş.  Ta ki kanatlarını tutan balmumunu güneş eritene kadar, yavaş yavaş kanatlarındaki balmumu erimiş  ve  kanatları kopmuş. İkarus Ege'nin mavi sularına bir kurşun gibi düşerek kaybolmuş.
İkarus miti  kısaca böyle. Efsanenin günümüzdeki karşılıklarına bakalım. Labirentten kurtulup özgürlüğe sınırsızca yelken açarken,  babasının sözünü dinlemeyerek hırsına ve merakına yenik düşen İkarus’a  özgürlüğün,  yükselişin, aydınlanmanın bedeli  
pahalıya mal olmuştur. Ölüme gitmiştir İkarus, sadece özgürlüğü bir kere olsun tadabilmek veya  onu keşfedebilmek için. Kanatlarının eriyip  düşeceğini bilse de  
ışığa, aydınlığa  uçmaktan vazgeçmemiştir. Geri dönmemiştir, halbuki  babasının ona verdiği  şu nasihat çok önemliydi; “ne çok yüksekten, ne de çok alçaktan uçmamalı”.  Aslında bu mesaj İkarus üzerinden tüm insanlara verilen bir mesajdır. Uçlarda yaşamamak, dengede yaşamı sürdürmek.  Bazı uçlarda  yer alan duyguların bireyi kontrol etmesi değildir doğru olan,  bireyin kendisini ve duygularını yönetmesidir gerekli olan. İşte bu söylencede  anlatılan  budur diye düşünüyorum.   

Buna karşın  kimileri  ise bu efsanede,  İkarus’un cesaretinden ve başarısından dolayı gurura kapılmış ve haddini aşmış olmasının,  böylece  kendisini ve duygularını  kontrol edememesinin, acele etmesinin ve  sınırlarını çizememesinin simgelendiğini  ileri sürerler. Bir başka tez ise İkarus miti ile, öğrenme ve özgürlük tutkusunun bedelinin olduğu, iyiyi, doğruyu, güzeli ve gerçeği  arayanın, bu seçiminin ona ağır bedeller ödeteceğidir.

İkarus mitini şimdilik  bir kenara koyalım. Pieter Bruegel landscape with the fall of icarus (ikarus'un düşüşünü içeren manzara) adlı tablosunu yunan mitolojisindeki bir öyküden yola çıkarak yapmıştır. Mitolojik bir konu güncel hayatın içinde resmedilmiştir. Bruegel, ilginç bir şekilde adını verdiği tablosunda bu mitolojik olayı merkeze  almaz.  Resimde İkarus’un belden yukarısı suyun içinde, bacakları dışındadır. Dikkatli bakmayan bir göz, aslında bu trajikomik olayı algılamakta güçlük çekebilir. Bu tabloda İkarus denize gömülürken; çiftçi, çoban, her şey, herkes son derece duyarsızdır, hiçbiri bu trajik ölüme dönüp bakmaz bile.  Tabloya dikkatli bakarsak  İkarus’un  bir köşecikte bacakları görünür,  suda çırpınmaktadır, üzerinde birkaç tüy vardır ( resim 1). Tablonun merkezinde çift süren bir köylü bulunur. Onun arkasında bir çoban, resmin sağ alt köşesinde ise bir balıkçı vardır.  Çiftçi toprağı sürerken bir çoban, yanında  köpeği  dünyadan habersiz  sürüsünü otlatmaktadır. Çiftçinin sol üst tarafında, muhtemelen İkarus'un kaçtığı labirenti temsil eden, üzerine kale inşa edilmiş bir ada görülmektedir (resim 2). XVI. yüzyıla  ait gemiler kendi rotalarında sessiz sakin yol alırlar. Resimdeki insanların  İkarus’un düşüşü karşısındaki ilgisizlikleri tablonun ana öğesidir. Herkes işinde gücündedir, kimse kimseye karışmaz, yaşanan bu trajedi karşısında kimse oralı olmaz. Resmin genelinde çalışan köylüler gerçek  hayat çizgileri görünür. Resmin ön planındaki kılıç ve para çantası “kılıç ve para iyi ele muhtaçtır şeklindeki Flaman  deyimini, hemen yanındaki tahıl çuvalı ise “taşa ekilen tohumdan hiçbir şey bitmez deyimini anlatır (resim 3). Bunlar, İkarus'un yarasız çabasına birer göndermedir. Aslında bu resimle Bruegel bir zıtlığı  ortaya koymuştur. Semavi, uhrevi, efsanevi  ve dini  olan bir olay  karşısında, dünyevi, gerçek olan, yaşanan ve geçerli olanın diyalektiğini.  Brugel’e göre tablosunda da çok net görülebileceği gibi bu tip önemli ve mitolojik olayların halk açısından hiç de o kadar önemi yoktur.  
Ne dersiniz, Pieter Bruegel haklı olabilir mi acaba ?


Pieter Bruegel  (1525-1569 ) eserlerinde savaşlar, yıkımlar, perişan insanlar ve bu dönemlerdeki dayanışma çabaları temalarını işleyen Hollandalı ressam. Baba Bruegel olarak da bilinir. "İkarus'un düşüşünü içeren manzara tuval üzerine yağlıboya ile 1558'de çizilmiştir. Tablo, Brüksel'deki Belçika Kraliyet Güzel Sanatlar Müzesi'nde sergilenmektedir.

resim 1
resim 2

resim 3



Bu yazıyı psikomitoloji grubu web sayfası için kaleme aldım.
http://www.psikomitoloji.com/attachments/article/79/ikarus.ve.bruegel.pdf

15 Oca 2012

KAYBETMEK



XVII.yy  da Chamberlen ailesi zor doğumlarda kullandıkları forseps benzeri bir aleti sır olarak aile içinde 50 yıl saklamış, sadece kendileri tarafından kullanılmış diğer meslektaşlardan saklanmış ve nihayet alet 1913’te eski bir evin bodrum katında atılmış olarak bulunmuştur. Bu cihaz diğer hekimlerle paylaşılsa, kullanıma açılsaydı insanlık zor doğumlar karşısında yıllar önce önemli adımlar atmış olacaktı. Burada kaybeden kim ? Chamberlen ailesi mi, tıp ve insanlık mı ?
Bir başka örnekle kaybetmeyi irdeleyelim: Kenya’nın 1963’te bağımsızlığını kazandıktan sonra Başbakan ve daha sonra Devlet Başkanı olan Kamau Kenyatta (1893-1978), şöyle demiş: misyonerler geldiğinde İncil onlarda topraklar biz Afrikalılar’ın elindeydi, bizlere gözümüzü kapatarak dua etmeyi öğrettiler, çok sonra gözlerimizi açtığımızda İncil bizim elimizde, topraklar ise onların….” . Kaybeden çok açık değil mi ?



Şimdi kaybetme üstüne yoğunlaşalım, nedir kaybetmek ?  Sahip olunan bir şeyin, bir duygunun ya da kişinin artık sizin olmaması  hali diyebiliriz basitçe. Eşya, arkadaş, aşk, iş, eş, dost.… Kısaca her konu için geçerlidir kaybetmek. Somut olduğu kadar soyuttur da. Para, araba, çanta kaybedildiği gibi  hayat, masumiyet, dostluk, akıl da  kaybedilir. Değer verdiğin birini kaybedebilirsin, acaba değerini bilemediğin için mi kaybedersin ? Halbuki bir şeye sahip olamamak, sahip çıkamamak ta kaybetmek değil midir ?
Kaybetmek farkındalık kazandıran bir duygudur. Üzüldüğünü fark edersin, zaten kaybetmenin üzücü olması  için sahip olunan şeyi sevmek gerekir. Dostların kaybında yaşanan budur. Kaybedilenin telafisi varsa, yerine yenisi konuluyorsa tahripkar olmaz, yıkıcı olan  hayatta beklenmeyen kayıplardır, asla düşünmediğiniz veya düşünmek istemediğiniz kayıplardır. Evlat acısı en tarifsiz ve en acı olanıdır diye düşünüyorum.

Hem kaybetmenin  acısını duymak, hem de suçluluğunu yaşamaktır  zor olanı. Önce kaybettiğini kabul edemez  insan, sonra beklemeyi öğrenir, ardından umut etmeyi, nihayet kaybettiğini bulamayacağını anlayınca  kabullenmeyi öğrenir.

Sen kaybettiğinde karşındaki kazanıyorsa adil olmayan budur, en iyisi kaybetmeyi “kazanamamak” olarak tanımlamaktır bu durumda. Bazen hiç hazır olmamaktır, bazen de  bir tercih olmaktadır  kaybetmek, hem de bilinçli bir tercih. Can Dündar'a kulak verelim;  her şeyin sıradanlaştığı bir dünyada bazen KAYBETMEK en doğru seçimdir....ve o dünyada en yerinde tercih; VAZGEÇİŞTİR...”



İnsanlar kaybediyor,  her kaybettiği bir ders oluyor kendisine ama sonra yine  farklı bir nedenle yeniden kaybediyor. Diyorum ki; dünyada  ücretsiz olan ama en pahallıya mal olan eğitim budur !  Kaybetmek, yeniden kazanma şansıdır derlerse de inanmayın siz, akan bir nehirde iki kez yıkanılamayacağı gibi kaybettiğinizle kazandığınız aynı teraziye gelmez.

Yazımızı A. Kanevski ‘den  (düşünce atlası) alıntıladığım, ülkemizdeki demokrasi  anlayışı ve gelişimini pek  de güzel anlatan  dizelerle sonlandıralım.

Bir gün insan virgülü (,) kaybetti; o zaman zor ve uzun cümlelerden korkar oldu ve basit ifadeler kullanmaya başladı; cümleleri basitleşince düşünceleri de basitleşti.

Sonra ünlem işaretini (!) kaybetti; alçak sesle ve ses tonu değiştirmeden konuşmaya başladı. Artık ne bir şeye kızıyor, ne de bir şeye seviniyordu. Hiçbir şey onda en ufak bir heyecan uyandırmıyordu.
Bir süre sonra da soru işaretini (?) kaybetti ve artık soru sormaz oldu. Hiçbir şey onu ilgilendirmiyordu; ne evren, ne dünya, ne de evi umurundaydı.
Birkaç yıl sonra iki nokta üst üste işaretini (:) kaybetti ve olayların nedenlerini başkalarına açıklamaktan vazgeçti.
Ömrünün sonuna doğru elinde yalnız tırnak işaretleri (“) kalmıştı. Kendine özgü tek düşüncesi yoktu. Yalnız başkalarının düşüncelerini aktarıyordu.
Son olarak düşünmeyi, konuşmayı ve anlamayı unutmuş durumdaydı, bu son noktaydı (.)  .


13 Oca 2012

Göbek Kordonu


Göbek deyip geçmeyin
Göbek kordonu, plasentanın ortasından çıkıp çocuğun göbe­ğine kadar uzanan fizyolojik bir oluşumdur. Plasenta ise (halk deyişiyle “”),  bebek ile anne arasındaki besin ve oksijen alışverişini sağlayan bir yapıdır. Bebek anne karnında geçirdiği  sürede  ihtiyaç duyduğu  başta oksijen olmak üzere besleyici tüm maddeleri, hormon, mineral  gibi yaşamsal maddeleri göbek kordonu aracılığıyla alır. İçinde iki atardamar, bir toplar­damar vardır ve çevresi özel zarlarla korunmuştur. Damarlar anneyle çocuk arasındaki kan alışverişini sağlar. Uzunluğu  50 cm  kadardır. Göbek kordonunun  kalınlığı  bir santim’den biraz daha fazladır, bir ucu bebekte  diğer ucu da plasentadadır. Normalden çok uzun  olan kordonlar çocuğun boynuna, koluna, bacağına sarılarak ya da rahimden dışarı sarkarak çocuğun hayatını tehlikeye sokarlar, böyle  doğumlarda güçlükle karşılaşılabilir. Buna kordon dolanması denir.




Çocuk doğduktan sonra göbek kordonunun ortasına "klemp" (mandal) takılır  ve  kordon doktor ya da ebe tarafın­dan kesilir. Çünkü gerekli havayı ve besin maddelerini sağlamak için çocuğun bu kordona artık ihtiyacı kalmamıştır. Yani doğumdan sonra ne anne ne de bebek için artık gerekmeyen bir dokudur. Bu doku parçası  sadece göbek kordon kanı açısından önemlidir.  Kesilen göbek kordonundan çocukta  kalan kısma göbek bağı denir, ilk günlerde canlı gibi görünebilir. Aradan zaman geçince göbek bağı kurur,  büzülür  ve siyahlaşır. Göbek bağı genellikle iki hafta içinde düşer.

Kordon kanını dondurup saklamanın pek çok amacı vardır. Bunlardan ilki, bebeğin ileride yaşamının herhangi bir döneminde  kök hücre tedavisi gerektirecek organ ve doku yaralanması,  harabiyeti  veya  yaşlılığı gibi bir durumla karşılaştığında, kendine ait sağlıklı bebeklik çağı kök hücreleriyle tedavi edilebilmesidir. Böylece doku uyumu olan verici aramaya gerek kalmaz. Ayrıca  kişinin kendi hücre ve dokuları ile uyum sorunu olmayacağından  bu hücreleri kullanmak  çok önemli bir avantajdır.Diğer bir amaç ise  bebeğin kardeşlerinde ya da yakın akrabalarında çıkabilecek hastalıkların tedavisinde de benzer amaçla kullanmaktır. Bu konularda yoğun çalışmalar devam etmektedir.


Bir de göbek kordonuna ait inanışlar, folklorik uygulamalar, gelenekler vardır. Örneğin; Orta Karadeniz Bölgesi başta olmak üzere Anadolu’nun bazı yerlerinde, "sesi az çıksın, kocasının karşısında çok konuşmasın" diye kız bebeğin göbek kordonu kısa kesilir. Bazı yörelerde ise oğlanın göbeğinin kısa kesilmesi halinde sesinin kız gibi ince olacağına inanılır, bu nedenle  bazen gereğinden uzun kesilmiş göbek kordonu olan bebekler görülür. Bebeğin sesinin güzel olması için de doğum sırasında anne ile bebek arasındaki  göbek kordonu bir karış ve dört parmak hesabı yapılarak kesilmektedir. Böylece bebeğin sesinin güzel olacağına inanılmaktadır.

Göbek kordonu kesilirken bir de "göbek adı" konulur. Kişinin kabirde bu adıyla çağrılacağına inanıldığı için bu ad, çoğunlukla Kuran’dan seçilir. Abdullah, Yunus, Muhammed,  İdris  gibi. Ardından, sağ kulağına ezan okunur. Bir de “çıpayı  (göbek  kordonu) kesen ebenin huyu çocuğa geçer” inancı vardır.

Bebeğin karnı doymaya başlayınca,  göbek bağının da düşeceğine inanılır. 4-7 gün arasında düşen göbek bağı itinayla bir yerde saklanır. Çocuk evcil”olsun diye göbek bağı dolap ya da sandık içine saklanır.  Kimi, "gezgin olmasın, dışarıya çok gitmesin" diye 1-2 sene beşiğine asılı tutar göbek bağını; kimi "okusun, büyük adam olsun" diye okul bahçesine, kimisi de "devlete hayrı dokunsun, devlet adamı olsun" diye devlet dairelerinin avlusuna gömer. Dindar  ve  imanlı olması için de cami bahçesine gömüldüğü de bilinmektedir. Galatasaray Lisesi’nin ve  İstanbul Üniversitesi’nin  bahçelerinin dili olsa da konuşsalar…


Arș. Gör. Selma Dinç yaptığı bir çalışmada, annelerin %53.5’nun bebeklerin ilk banyosunu göbek düștükten sonra yaptıklarını, bebeğin göbeği düștükten sonra ise,  %21.1’inin bebeğin göbeğine kahve, tuz, zeytinyağı gibi maddeler sürdüklerini saptamıştır. Anadolu'da bazı yörelerde, bebeğin göbeği dağlanıyor; kül yanmış kömür, tandır toprağı, kahve gibi, steril olduğu varsayılan maddeler sürülüyor. Büyük olasılıkla bakteri üremesini önlemek için tuz, yumuşatmak için de zeytinyağlı bez konuyor. Çeşitli yörelerimizde, göbek kordonu suya atılıyor, bunun da vardır bir nedeni…

Halk arasında ve günlük yaşamda sıklıkla  kullanılan göbekli sözcüklerden bazıları :
göbek atmak,  göbek havası,  göbek bağlamak,  göbeği bağlı olmak, göbeği biriyle kesilmiş olmak, kendi göbeğini kesmek, göbeği sokakta kesilmiş olmak, göbeği düşmek, göbeği salıvermek…  Ve "göbeğini kaşıyan adam" !

Göbeğim çatladı ama  yazı da  bitti !



Dr Faik Çelik

9 Oca 2012

PROMETHEUS ve EFSANESİ


Ateşin  İnsanlığa Götürülüşü” (Friedrich Heinrich Fuger -1811)


Mitolojideki her olayın ve olay kahramanının yaşanılan zamanda bir karşılığı vardır. Prometheus’un da  yerleşik düzene başkaldıran bir mitolojik kahraman olduğunu düşünüyorum. “Önceden düşünen” anlamında  olan Prometheus, tanrısal düzene kafa tutmuş, karşı çıkmış sonunda insanoğlunu yaratarak ve onlara ateşi  bir başka anlamda aydınlığı, bilimi, uygarlığı  vererek düzeni değiştirmiştir. Olympos Tanrıları kuvvetlidir, kudretlidir, buna karşın  Prometheus  akıllıdır, kurnazdır, yaratıcıdır, zekidir. Titanların isyanları sırasında tarafsızlığını korumuş ve başkaldırmamış bir Titan oğlu olarak Zeus'un gözüne girmeyi başarmış, böylece  Olympos'daki ölümsüzlerin arasına alınmıştır. Bu stratejisi onun Zeus’tan dedelerinin öcünü alabilmesi için kurnaz bir plandan başka bir şey değildir. Prometheus , her şeyden önce insan ve insanlık dostu olarak Zeus’un karşısındadır. Nitekim Ateş Tanrısı Hephahistos’un  ocağından bir kıvılcım çalarak  ateşi insanlara armağan etmiş ve Zeus’tan en güçlü şekilde intikamını almıştır. Bu nedenle Zeus  tarafından cezalandırılmıştır.  Kafkas Dağları’nda yalçın kayalıklarda zincire vurulmuştur. Artık o  Prometheus Desmotes ‘tir  yani “zincire vurulmuş Prometheus”. Ceza bu kadarla kalmıyordu, her sabah kocaman bir kartal geliyor ve süzülüp pençelerini  Prometheus’un göğsüne batırıyor, karaciğerini didikliyordu. Bu işlem akşama kadar sürüyordu, ancak kartalın  yediği karaciğer, gece sabaha kadar tekrar eski haline geliyordu. Tam da burada benim de inanmak istediğim bir olguyu belirtmekte yarar var. Mitolojideki bu olayın karşılığı günümüzde karaciğerin kendisini yenileme (rejenerasyon ) kabiliyetine denk düşmüyor mu ?  Günümüzden 2700 yıl önce karaciğerin bu özelliği biliniyor muydu acaba diye sorgulamak çok mu zorlama olur ? 
“Prometheus”  ( Christian Griepenkerl- 1903)
Biz tekrar efsanemize dönelim. Prometheus, 30 yıl süren bu işkence hayatı boyunca hep şunu söyler :  "Zeus tahtından düşmedikçe benim işkencelerimin sonu yoktur". Bu söylemin çağımızdaki karşılığı “ insanlığın özgürlük  yolunda sonuna kadar mücadele etmesi” gerektiğidir. Onu Kafkas kayalıklarındaki bu işkenceden Zeus'un oğlu yarı tanrı ama ölümlü Herakles (Herkül) kurtarır.
Prometheus efsanesinde, insan uygarlığını bulup yaşatmak isteyen düşünce sahipleri ile, bütün olanakları elinde tutan Tanrısal gücün sonsuz çatışması söz konusudur. Prometheus 'un insana, yapıcı ve yaratıcı güç olan “ateş”i  vermesi, yani insanın kendi yaratıcı gücünü fark etmesi ve  bağımlılıktan kurtulmasının ötesinde,  uygarlığın bir simgesi olan ateşin  insanlara geçmesi,  evrensel büyük bir devrimin başlangıcını da  ifade etmektedir.  Prometheus’un önderliğinde insanlık, tanrısal güçlere direnerek, kendi uygarlığını yaratıp özgürlüğünü kazanacaktır.  



Siyah-beyaz antik Grek vazosu, MÖ 6.yy (Vatikan Müzesi)

Prometheus  (İlyas Phaizulline-2007)
Bu arada bu efsanenin devamı olarak  Zeus, kendisini hiçe sayan insanlara da bir ders vermek için, Hephaistos'a su ve balçıktan ilk bakirenin heykelini yaptırmış ve kalbine ruh yerine Prometheus'un ateşi çaldığı yerden aldığı bir kıvılcımı koyarak ona Pandora  ismini vermiştir. Onu insanlara yollarken eline verdiği kutuda ise tüm kötülük ve acılar vardır. Zeus böylece insanlardan da intikamını almıştır. Ancak Pandora ve kutusu ayrı bir yazı konusudur.

Yazımızı Can Yücel’inPrometos, Bir Hırsız dizeleriyle sonlandıralım.
purometos, bir hırsız
tanrıları soymuş,
ateşi çalmış
yanar gazı,
sen misin purometos!..
kafkas dağlarında bir
kayaya çakılmış,
karaciğerine de iki kartal,
vur, allah vur!..
mustafa kemal'den önce, ilk
kemalistti kendisi, belki de ilk siroz
prometos