Hayat
siyah ve beyazdan ibaret değil, gri ve tonları da var. Hem siyah ve beyaz
birbirinin düşmanı değil ki, birbirinin tamamlayıcısı, neden ya siyahta durmakta
ya da beyazdan dışarı çıkmamakta ısrar ederiz ? Gri renk gösterilmediği belki
de bu rengini varlığı saklandığı için, yoksa
bir çeşit renk körlüğü mü ? Acaba zıtlık kavramını yanlış değerlendirmemizden olabilir mi ? Sıcak-soğuk, sert-yumuşak, acı-tatlı, güzel-çirkin,
iyi-kötü zıtlık için verilebilecek basit
örnekler, ama siyah ile beyaz zıt değil,
birbirini çağrıştıran, güzelliklerini ortaya koyan iki renk, iki kavram.
İnsan
düşüncesini ve bu düşünceye bağlı bakış açısını zıtlıklara ve gelişmelere göre
düzeltmek zorundadır. Yani siyah veya beyaz arasında gezebilmelidir. Misal, komünizme inanan bir kişi Kamboçya’da Pol
Pot katliamlarını, SSCB’de Stalin’in gizli polise yaptırdığı sayısız
cinayetleri, Sibirya’daki insanlık dışı kampları kanıtlarıyla öğrendikten sonra
düşüncesini gözden geçirmeli, Amerika’nın Vietnam’daki vahşetini lanetlerken, Sovyetlerin
Afganistan ve Çekoslovakya işgallerini anti-emperyalist inancı gereği sorgulamalı
ve karşı durmalıdır. Komünist Çin’in neden sosyalist Allende’ye karşı CIA
destekli faşist general Pinochet’yi desteklediğinin hesabını kendi içinde
vermelidir. Siyaha sarılıp kalmamalı, beyaza yüzünü çevirebilmelidir. Zıt
düşünceler için de geçerlidir bu sorgulama Franco, Salazar, baba-oğul Bush’lar, Nixon,
Kissinger, Cheney, El-Beşir ve
benzerleri de, onların düşüncelerini savunanlar tarafından vicdanlardan önce beyinlerde sorgulanmalıdır.
Milliyetçilik/ulusalcılık
kavramının uç değerlerde ve farklı yorumlandığı toplumlardan
birisiyiz, elbette başka ülkelerdeki toplumlarda da yorumlar farklı
farklıdır. Özellikle etnik/ırk milliyetçiliğinin çıkmaz sokak olduğunu görmek
için, Hitler’in Mussolini’nin soykırımlarını sadece tarih kitaplarında okumak,
filmlerde seyretmek yeterli mi ? Yakın tarihte Avrupa’nın göbeğinde yaşanan
Bosna savaşını, Srebrenitza katliamını hatırlamak çok mu zor ? Halepçe
katliamını hatırlamak çok mu gereksiz ? Çeçenistan’daki okul baskınlarını ve en
son Norveç’te yaşanan Breivik katliamında
masum çocukların öldürülmelerini hatırlamak çok mu boş bir iş ? Şöven-milliyetçi
duygulara sahip olanlar bunları düşünüp kendiyle yüzleşmelidir.
Osmanlılar’da
cellatların mezar taşlarına herhangi bir yazı yazılması yasaklanmıştı, hatta
eceliyle ölse de cellatlara birçok ülkede, bir çok dinde dinsel tören
yapılmaktan kaçınılmaktadır. Cellat işte, adı üstünde işi de olsa can alan.
Dünya siyah ve beyaza sıkı sıkıya sarılmış cellatların elinde renksiz ve soluk görülüyor.
Cellatlar dün vardı, bugün de var ve eminim bizler, insan olduğumuza inananlar,
sorgulamamızı ve yüzleşmemizi yapmadıkça cellatlar yarın da olacaklar.
Bizlere
kabul ettirilmiş bulunan “doğrular ve yanlışlar” listesinde, olaylar ve yaşam
oldukları gibi değil de olmaları gerektiği gibi değerlendirilmektedir. Böylece
gerçeklikten uzak ve insan öğesinin bir yana bırakılıp yapay bir davranış
kalıbının ortaya çıkmasına neden olan, fakat gerçek olmayan bir ahlak oluşturulmuştur.
Aslında “ahlak’ın da ahlaklılığının yeniden gözden geçirilmesi gerek”tir. “Uygarlık
tarafından yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya olan bir uygarlık çağını
yaşıyoruz” demek bir öngörüdür belki, ama unutmamalıyız ki öngörüler de
gerçekleşirler. Şu anda insanlığın yaşadığı bu bence, temel moral değerlerin
başında gelen “ahlak” ahlaksızlaşıyor.
“Gerçek”
vardır, dile getirilse de getiril(e)mese de, tanığı olsa da ol(a)masa da,
yazılsa da yazıl(a)masa da, zaman içinde izini bırakır. İzini bıraktığı için de
her zaman korur varlığını. Yıkamazsınız. Yok edemezsiniz. Ne derseniz deyin
gerçek orada öylece durur. “Gözüm çıksın ki…”, “Allah belamı versin ki…”, “Anam
babam ölsün ki…”.. Çocuklar yalanı
gerçek kılmak için böylesi yeminlere başvurur. Bizler çocuk değiliz ve gerçeği
görmek için ne çıkacak gözlere, ne Allahın vereceği belalara, ne de ana-babaların
ölmelerine bel bağlayamayız, yeminlerimiz boş birer söz olarak uçuşur gider.
Sorsalar
size, birini seçmek durumunda kalsanız, “kör
mü olmak isterdiniz, sağır mı, yoksa dilsiz mi?” Herhalde cevap şu olurdu: “ hiçbirisi ”.
Peki madem öyle, hiçbirinin kendinde olmasını istemiyorsun neden üçünü birden
sahipleniyor “üç maymunu”
oynuyorsun. Görmüyorsun. Konuşmuyorsun. Duymuyorsun !!! İnsanoğlu
böyle bir şey işte…Ancak her şeye rağmen
umutlu olmalıyız. Umutsuzluğun karşıtı umuttur . Umutsuzsanız, isterseniz
umudu bulursunuz. Ama önce siyah ve beyaz hayatın hakim renkleri de olsa tek
olmadıklarını ve birisinin diğerinin
rakibi değil tamamlayıcısı olduğuna inanmanız gerek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder