Sayfalar

26 Şub 2012

Bu Çelişkiyi Anlamıyorum !!!




              C.Kettering                              A.Sloan

.
  • Benzinli araç Ford tarafından icat edildi. Kurşun katkılı benzinin ise daha iyi performans sağladığı belirlenince tüm dünyada yaygın olarak “kurşunlu benzin” kullanılmaya başlandı. Ancak kurşun zehirlenmesine maruz kalanlar o kadar çok arttı ki,  ilk yasaklama bu benzinin icat edildiği Amerika’da yaşandı. Yasaklama tarihi olan 1986 yılına kadar yılda ortalama 5 bin kişi kurşunlu benzinden öldü, milyonlarca bebek ve çocuk beyin ve sinir harabiyetine uğradılar. Kurşunlu benzini geliştiren ve yaygınlaştıran iki kişi General Motors’da üst düzey yöneticiydi. Bu kişiler Charles Kettering  ve  Alfred Sloan idi. Bugün Amerika’nın en ünlü hastanelerinden  birisinin adı “ Kettering Sloan Hastanesi’dir”. Anlayamadığım şu ki: paranın gücü vicdanları temizlemeye yetiyor mu ?

  • Budha ne tanrıya inandı ne de tanrılara taptı, ama ona inanan milyonlar onu tanrılaştırdı. Budha, ne herhangi bir mevcut dine inandı ne de yeni bir din yarattı, ama ona inananlar Budizm denilen dünyanın en çok inananı olan dinlerden birisini yarattılar. Budha, ne mucizelere inandı ne de mucize yarattı, ama ona inananlar ona mucizevi güç yakıştırdı.     Anlayamadığım şu ki ; Budha’nın  yapılmasını istemediği şeyleri neden insanlar ısrarla yapmak istiyorlar  !

  • Yahudi’ler, Hristiyan’lar ve Müslüman’lar aynı “Tanrı”ya inanırlar, ancak tanrılarının adlandırılmaları farklıdır, “Yehova-(tesliste) Tanrı -Allah gibi. Bu üç dinin de tanrının yeryüzündeki elçisi olan birer peygamberleri ve gökyüzünden vahiy yoluyla indiğine inandıkları birer kutsal kitapları vardır. Bu nedenle bu dinlere “semavi dinler” denir.  Musa-İsa-Muhammed” ve “Tevrat-İncil-Kuran” . Bosna'da yaşananlar, Irak-İran arasındaki 10 yıl süren savaş, Filistin'de dünyanın gözü önünde yaşanan vahşet, Afganistan trajedisi......   Anlayamadığım şu ki ;  bu üç dinin mensupları, hatta aynı din içinde farklı yorumları ve yolu seçenler  inandıkları aynı tanrı adına birbirlerini neden öldürürler?

  • İlk tarihi Türk belgesi olan Orhun Kitabeleri 730 yıllarına aittir. Yani İsa’nın doğumdan 730 yıl, Hz. Muhammed’in hicretinden  neredeyse 100 yıl , Mezopotamya’da Sümerliler’in yazıyı kullanmasından  yaklaşık 3500 yıl sonra. Türkler’in tarihinin çok eski olduğuna dair bilgiler ne yazık ki  yazılı veya arkeolojik belgelerle desteklenmiyor.      Anlayamadığım şu ki ; neye  dayanarak  kesine yakın bir inançla Türkler’in tarihinin çok eskilere dayandığı savunuluyor ve ırkçılığa kadar giden katı milliyetçilik yapılıyor ?




  • Ressam Matisse 1930’larda yaptığı resimlerde Türk kadınlarını hep haremde veya odalık olarak resmetmiştir. Bu resimlerin sergilendiği ünlü müze kenti Paris’te, dolayısıyla Fransa’da, o tarihlerde, Atatürk’ün Türk Kadınları’na verdiği en önemli vatandaşlık haklarından olan seçme ve seçilme hakkından Fransız kadınları  yoksundu.       Anlayamadığım su ki: Batı ne olursa olsun bize karşı çok önyargılı ve bu önyargıyı parçalamak olanaksız. Bu durum çağdaşlaşma sembolü Cumhuriyet'imizin kuruluşundan sonra da değişmedi, neden ? 

  • Çinliler ipeği 5 bin yıl önce keşfettiler, çay bitkisini yetiştirip sıcak içecek haline getirdiler, tuzu ilk kez yiyecek olarak hazırlayıp yemeklerde kullandılar. Avrupalılar’dan bin yıl önce pusulayı, 1.900 yıl önce de kağıdı buldular. Gutenberg’ten 6 yüz yıl önce ilk kitabı bastılar. 1200 yıl önce barutu keşfettiler. Havai fişeği, uçurtmayı, şemsiyeyi, yelpazeyi, anahtarı bulanlar da Çinli’lerdi.  Çin, Rönesans’ın üç önemli unsuru olan pusula, barut ve matbaanın ana yurdudur. Ama uygarlık yarışında hep batının gerisinde kaldılar.                        Anlayamadığım şu ki ; batı mı çok kurnaz, doğu mu çok saf   ?


  • Sanat tarihçileri Leonardo da Vinci’nin hiçbir kadına sarılmadığını söylemekteler, ama dünyanın en güzel kadın tablosu olan Mona Lisa onun fırçasından çıktı. Anlayamadığım şu ki ; sanatçı, sanatının çıtasını duyduğu ve hissettiği sürece doruklara taşır, öyleyse öküz altında buzağı aramak niye? 




  • Bethoven ünlü 9. Senfonisi’ni  sağır olduğu bir dönemde besteledi, yazdı. Bugün dünyanın en tanınmış müzik parçalarından biri olan 9. Senfoni için Prens Bismark “Alman ırkını çağrıştırıyor” derken, anarşizmin kurucularından Bakunin  bu ezgi için “anarşinin müziği ” tanımını yapmıştır. Frederich Engels’e göre “insanlığın marşı ”, Lenin’e göre  müzik coşkusu olarak Enternasyonel’den daha devrimci bir marş ”.  Herbert von Karajan bu parçayı çalan orkestrayı yönettiğinde,  Nasyonal Sosyalist yani Nazi hükümeti için orkestrayı yönettiğini söylerken, Avrupa Birliği (AB) kutlamalarda “demokrasi ve insan hakları” adına bu marşı kullanmaktalar. 1961’de Berlin Duvarı bu senfoniyle örülmeye başladı, 1989’da ise bu senfoniyle yıkıldı.     Anlayamadığım şu ki ; siyah ve beyazın, iyi ile kötünün  aynı yerde buluşturulması nasıl bir şey ?



  • Hitler’in ordularını Hugo Boss  giydirdi, Bartelsmann  SS subaylarının eğitim kitaplarını bastı,  Standart Oil Company  Alman uçaklarını uçurdu, asker ve mühimmatı cephelere Ford araçları taşıdı, Rockfeller Vakfı  Mengele’nin insanlık dışı tıp çalışmalarının finansmanını sağladı, Deutche Bank,  Auschwittz toplama kampı inşaatını yaptırdı, Coca Cola savaş için özel Fanta’yı üretti, Thysenn- Krupp, Siemens, Varta, Bosch, Mercedes Benz, Volkswagen ve  BMW ekonomik desteklerini Hitler ve Nazi Almanya’sından eksik etmedi.      Anlayamadığım şu ki? Nazizim mahkum edildi ve tarih sayfalarında hak ettiği yeri aldı, ama onu besleyenler  hiçbir şey olmamış gibi yaşıyorlar. İnsana yapılan kötülükler ödüllerini almaya devam ediyor. Bu nasıl bir anlayış ?  










21 Şub 2012

GERAS, SENIUS ve HADES (yaşlılık / ihtiyarlık ? )

Hades
İnsanlık tarihi  eskinin mirasını paylaşıp, üzerine eklenen yenilik ve değişikliklerle günümüzde şekillenmiştir, gelecekte de bu şekillenme devam edecektir. Örneğin  Yunan  Uygarlığı, Mısır Uygarlığı’ndan doğrudan, Mezopotamya Uygarlığı’ndan ise Anadolu üzerinden özellikle Hatti-Hitit  ve Batı Anadolu’daki İyon, Likya ve benzeri uygarlıklardan etkilenerek ortaya çıkmıştır, bu uygarlık üzerine Roma Uygarlığı yerleşmiş, onun devamında ise günümüz Avrupa toplumlarının kültürleri oluşmuştur. Bugün kullanılan kavramların, değerlerin temeli bir önceki mirasa dayanır veya başka bir ifadeyle Mısır ve Mezopotamya Uygarlıkları’na kadar uzanır.
Yaşlılık yaşam süresinin ileri dönemlerinde fiziksel ve ruhsal değişimlerin görüldüğü bir evre olarak tanımlanmaktadır. Bu evre içinde yer alan  hastaların sağlık sorunları, hastalıkları, sosyal ve fonksiyonel yaşamları, yaşam kaliteleri, koruyucu hekimlik uygulamaları  ve  toplumun yaşlanması ile ilgilenen bilim dalına “geriatri” denir.
Geriatri,  geras” ile “iatros” kelimelerinden türemiştir. İatros şifacı, hekim anlamındadır. Geras  ihtiyarlık ve yaşlılık tanrısıdır.  Bizzat insanları yaşlandırıp hastalandırarak zayıf düşürüp onlara zorluk çıkarır. Mitolojiye göre Geras’ı,  yani insanları yaşlandırarak başlarına bela olan tanrıyı, bir kahraman kabul edilen “Herkül” (Herakles) öldürmüştür, ama  gerçekte günümüzde Geras’ın ölmediğini (!) yaşlılığın halen matematiksel ortalamasını arttırarak devam etmesi ve yoğun yapılan “sağlıklı yaşlanma-antiaging” çalışmalarından çıkarılabilir kolaylıkla.  Geriatriye, Gerias ile mücadele eden bilimdir de diyebiliriz aslında.
Senius” ihtiyarlığa gözcülük eden tanrıdır, Geras’ın aksine insanların başına bela açmaz, yaşlılıkla gelen zorlukları aşma yolunu gösterir. Yaşlılıkla ilgili olarak kullanılan “senil  terimi “Senius” tan gelir, yaşlılıkla ilgili, yaşlanmayla ilgili anlamında kullanılır. Örneğin, yaşlılıkta unutma ve çocuksu davranışlar “senil demans” (bunama) olarak adlandırılır, yaşlılıkta ortaya çıkan kabartılı benlere “senil keratoz” denir.


Geras
Yaşlılık ve ihtiyarlık aslında farklı kavramlardır. "Yaşlılık" ölçüsü zaman ve yaş olmakta buna karşın,  "ihtiyarlık" kavramında  temel ölçü  ise "bilinçli olma düzeyi" yani düşünmek, çalışmak ve üretmektir. Ülkemizde "yaşlılık"   ihtiyarlığı, "ihtiyarlık" ise ölüme yaklaşmayı  hatırlatır. Hani Firdevsi’nin sözlerinde  vurguladığı gibi gençlik bahar gibidir, ihtiyarlık ise kış, fakat öyle bir kış ki, arkasından hiç bir zaman bahar gelmeyecek. Büyük haksızlık bence. Önemli olan yeryüzünde birkaç yıl fazla kalmak değildir ki !  Yaşlılık ve ihtiyarlık yaşadığımız süre boyunca yaşama layık olmaktır, ölüme yakın olmak değil .
Hades ise Yunan mitolojisinde ölülere hükmeden yeraltı tanrısıdır. Kelime anlamı olarak "Hades" görünmez manasına gelmektedir. Acımasız ve hatta korkunçtur, ama sözünden dönmez ve birçok tanrının aksine kaprisli bir tanrı değildir.  Hades tanrılar arasında en korkulanı ve sevilmeyenidir, diğer tanrılar bile ondan çekinirler. Yani ölüm şaka sevmez, şakası da yoktur.

Ölümü görüp sıtmaya razı olmak diye bir atasözü vardır. Bizler de Hades’i görüp Senius ve Geras’a razı olmaktayız. Bunu göremeyenler de vardır, Pers ülkesini, Suriye’yi, Arabistan’ı, Mısır’ı fetheden Büyük İskender’in  33 yaşındayken Babil’de sıtmaya yenilirken Geras ve Senius’u görmeden Hades’i gördüğünü de hatırlayalım. Ayrıca toplu ölümlerde Geras ve Senius’un yeri yoktur, Hades işbaşındadır.

Atalarımız toplu ölümlerin mantığını uzun süre kavrayamamışlardır. Savaşın, kuraklığın, kıtlığın, nemin hatta rüzgarın, salgın hastalıkların bu karmaşık dramlarda rol oynadığını ilk fark edenlerden biri Hipokrat’tır. Hipokrat, “doğayı tanımanın” insanın yiyecek ve içeceklerle, yaşadığı ortamlarla ilişkisini, tüm bu faktörlerin birbirleri üzerindeki etkilerini bilmekle mümkün olacağına inanıyordu. Büyük hücre bilimcisi, sosyal tıpçı Virchow ise bu gözlemi “tıbbın işi mikropları avlamak değil, hastalıkları besleyen çevresel ve toplumsal etkileri ortaya çıkarmaktır” şeklinde çağdaşlaştırmıştır.
Ama gelin görün ki; dünyanın birçok yerinde süren savaşlar, bomba ve kurşun yağmurları, Afrika’da yaşanan açlıktan toplu ölümler,  kabile savaşları, Avrupa’nın göbeğindeki etnik soykırımlar,  nükleer silahlanma yarışları, çevre kirliliği, iktidar hırsıyla doğa ve tarihi yok edenler, kısaca dünyamızdaki çirkin insanlarının yaptıkları işler bizleri Hades’in kucağına atmakta, adeta  Senius’u,  hatta Geras’ı “by-pass” etmektedir.

Çağımızda insanlığı Hades’e yaklaştıranlara yukarıdaki olumsuzluklar çerçevesinde eleştiri yöneltildiğinde aşırı tepki vermekteler. Neden acaba ? Bu soruya en iyi cevabı Schopenhauer vermektedir : eleştiriler hedefe isabet ettikleri ölçüde can acıtırlar, kendine yöneltilen eleştiriyi hak etmediğini bilen kişi onu kolaylıkla ve güven içinde görmezden gelir
Herkül ve Geras (Antik Grek vazo-siyah vazo)

19 Şub 2012

Hekimlik ve Mutsuzluk Üzerine

           "mutsuzluk"    Paul Gauguin

Dünyanın en mutsuz toplumları sıralamasında üçüncüymüşüz. Mutsuz olmak insanın doğal ruh hallerinden biridir,  gelin görün ki hekimlik ile yan yana geldiğinde ciddi bir karşıtlık oluşturuyor. Hekim mutlu olmak veya mutluluğu oynamak zorunda değildir elbette, ancak mutsuz hekimin kendisinden yardım bekleyen hastasına ne ölçüde faydalı olabileceği de bellidir.  Hekim mutsuzluğu üzerine sayısız çalışmalar yapılmıştır. Başta stres olmak üzere çalışma koşullarının ağırlığı, yorgunluk ve gerginlik, kaygı gibi genel nedenlerin yanı sıra, strese karşı dayanıksızlık, iletişimde yetersizlik, mükemmeliyetçilik, aşırı sorumluluk duygusuna sahip olma,  takım çalışmasına uyumsuzluk,  doyumsuzluk gibi bireysel faktörler de hekim mutsuzluğunda baş rolü oynamaktadırlar.


Yukarıda belirtilen genel faktörlerin yanı sıra, kamuoyundaki yaygın kanının aksine  hekimlerimizin ekonomik koşullarındaki olumsuzluğun ülkemize ilişkin özel bir mutsuzluk kaynağı olarak yer aldığını da dipnot olarak düşelim. Stres faktörlerinin başında “hata yapmak korkusu “ gelmektedir. Öznesi insan olan hekimlikte hatanın sonuçları sadece hataya uğrayan hastaya değil hekime de maddi-manevi çok ağır bedeller ödetmektedir. Bu konuda hekimlik tarihi mesleği bırakan, hatta intiharı çözüm olarak gören sayısız örneklerle doludur.

Mutsuzluğun bir adım ötesi “umutsuzluk”tur,  ve ne yazık ki hekim kamuoyunda mutsuzluktan umutsuzluğa kayışın önlemeyen yükselişini gözlemlemekteyiz. Mutluluk izafi (göreceli) bir kavramdır, kişilikle ilişkilidir, yokluk içinde bile mutlu olabilen insanlar varken, varlık içinde  bir türlü mutlu olamayan insanlar da vardır. Mutlu olmayı becerebilmek de bir sanattır. Mutsuzluk demek  günün başlamasına sevinmemek demektir, işyerinde onlarca arkadaş arasında  kendini tek başına hissetmek demektir. Böyle bir hekimin mutsuzluğu hastanın da mutsuzluğu anlamına gelir.


Meslekte ilk yıllarımı hatırlıyorum, hem ben hem de çevremdeki daha eski hekimler oldukça mutluydu, bizim kuşak  hekimliğin altın ve gümüş devrini yakalayamadı belki ama bronz çağını yaşadık dolu dolu, şimdiki mutsuz hekim profiline bakarak günümüzde hekimlerin asil metal çağlarını kaçırdığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Acaba makineleşme, teknolojik gelişmenin baş döndürücü hızının  tıbba yansıması ve aşırı uzmanlaşma ile kendine yabancılaştı mı hekimler? Bunun için mi mutsuzlar?  Ya da her ortamda kötülenip, ötelenip erk sahiplerince hedef tahtası haline getirildikleri için mi mutsuzlar?  Sistem adına sistem dışına itilip, ya da sistemsizleştirildikleri için mi yoksa?


Siz yükselmek isteyince, yukarı bakarsınız. Bense aşağı bakarım, çünkü yükselmişim' diyen Nietzsche’nin felsefesi bile hekimleri mutlu etmeye yetmeyecekmiş gibi görülüyor.  Ahmet İnam’a göre mutsuzluk yaşama beceriksizliğidir, “mutsuz olunca önce kendime haksızlık yapıyorum, problem çözme gücümü zayıflatıyorum, çevremdeki insanlara acı vermeye başlıyorum, böylece hem kendime hem de çevremdeki insanlara ahlaki anlamda kötülük yapmış oluyorum, mutsuz olmak çok kolaydır, çok ucuzdur, dünyada dönen üçkağıda, çirkinliklere karşın güzel yanlarını görme ve mutlu olma çabasının insana yakışır bir çaba olduğunu düşünüyorumdiyor Ahmet İnam.

Yazımızı Murathan Mungan’dan alıntıyla sonlandıralım. “ mutlu olmak için içinde bulunduğumuz andan daha iyi bir zaman olduğuna karar vermek için beklemekten vazgeçin, mutluluk bir varış değil bir yolculuktur, pek çokları mutluluğu insandan daha yüksekte ararlar, bazıları da daha alçakta, oysa mutluluk insanın boyu hizasındadır".







17 Şub 2012

Tıp ve Mitoloji

Mitler mitolojinin temel taşlarıdır, çoğunluğu hikaye veya söylence şeklinde anlatılarak binlerce yıl boyunca kulaktan kulağa, kuşaktan kuşağa nakledilmiş ve yazıyla birlikte günümüze kadar ulaşmış olaylar ve yorumlardır. Aslında çoğu düş ürünü veya gerçek dışı efsanelerdir ancak hepsinde gerçeğe ve yaşanılan zamana göndermeler vardır. İnsanlığın geçmişiyle geleceği arasında bir köprü oluşturan mitlerde semboller ön plandadır. İnsanlık,  doğaüstü güçler ve olağanüstü olaylarla açıklanmaya çalışılmış, hastalıklar ve ölüm gibi insanı derinden etkileyen olaylar bu yolla çözümlenmeye çalışılmıştır.

İşte tıp ile mitolojinin (mytos + logos) dansı burada başlamaktadır. Tıpta kullanılan isimler ve deyimlerin büyük çoğunluğu Latince kökenlidir, ikinci sırayı Grek Mitolojisi’nde yer alan kelimeler veya deyimler almaktadır.

Bakteri adını verdiğimiz mikroorganizmalar bazı hallerde insanlarda hastalıklara neden olurlar.  Şarap, yoğurt gibi bazı gıdaların mayalanmasında faydalı olduklarını hatırlatmakta yarar var.  Ancak bakteri denilince akla enfeksiyonlar ve hastalıklar gelir. Bu bakterilerin bir çeşidi de stafilokok adı verilen bir gruptur. Stafiloklar mikroskop altında üzüm salkımı şeklinde kümeler halinde görülürler. Gelelim mitolojiye… Staphylus ile bu bakteriler arasındaki ilişki şu öyküyle kurulmuştur.  Aitolia kralı Oinos’un keçilerini otlatan çobanın adı “staphylus” imiş.  Çoban staphylus otlattığı keçilerden bir tanesinin sıklıkla sürüye geç katıldığını ve diğer keçilere göre daha neşeli ve hareketli olduğunu fark etmiş, bir gün bu keçiyi izlemiş, keçinin sürüden ayrılarak bir asma bahçesinde üzüm yediğini görmüş. Çoban bu üzümleri krala götürmüş, kral üzümün  suyunu içmiş ve beğenmiş, bolca üzüm suyu çıkarmış, mevsimle beraber üzüm suyunun tadı da değişmiş ve krala keyif vermeye başlamış. Efsaneye göre şaraplaşan üzüm suyunu çok sevdiği için kral adını bu suya yani şaraba vermiş, üzüme de onu bulan çobanın adını vermiş. Grekçe’de stapilos üzüm, oinos şarap anlamına gelmektedir. Buradan hareketle mikroskopta üzüme benzeyen bu bakterilere stafilokok adı verilmiştir.
















                                    Oinos
                                            

Benzer bir öykü de başka bir bakteri çeşidi olan proteus için anlatılmaktadır. Proteus bakterileri insan dışkısı ve idrarında bulunurlar,  yüksek sayıda olduklarında hastalığa neden olurlar. Bu bakterilerin tipik özelliği çok farklı şekillerde görülmüş olmalarıdır; ipliksi, düz, kıvrık, oval ve küre şeklinde görülebilirler. İşte farklı şekillerde karşımıza çıkan bu bakteriler klasik Grek mitolojisindeki “Proteus”ile aynı özelliği gösterirler. Deniz tanrısı Poseidon’un oğlu olan her şekle girme yeteneği olan bir tanrıdır Proteus.



                                                                                                             Deniz tanrısı Proteus

Tıpla mitolojinin buluştuğu bir başka deyim de “caput medusa”dır. Vücudun büyük toplardamarlarından biri olan Vena Porta’nın normal kan akımında bir engel oluştuğunda göbek çevresinde genişlemiş toplardamarların oluşturduğu ışınsal yayılımlı bir görünüme verilen isimdir “caput medusa”. Sirozda görülür. Medusaise Grek mitolojisinde ölümlü bir kraliçenin ismidir. Medusa bakışıyla herkesi taşa çevirebilir. Başında saç yerine kıvrılmış zehirli yılanlar yer alır. Görünüm itibariyle göbekten çevreye dağılan geniş toplardamarlar ile tanrı Medusa’nın başı arasında büyük benzerlik vardır. Yani göbek Medusa’nın  başını, yılanlar ise göbekten çevreye yayılan geniş toplardamarları nitelemektedir.




                     
                                        medusa














Bir başka öyküye geçelim. Tanrıların yalanını ortaya çıkaran kanatlı bir melek olarak betimlenen İris, mitolojide gökkuşağının sembolüdür. Yağmurdan sonraya ortaya çıkan 7 rengin oluşturduğu,  göğü yere bağlayan gökkuşağının  sembolüdür  İris. Gözün rengini veren tabakaya, gökkuşağında oluşan renkler cümbüşü ile farklı renklerde oluşan göz renkleri ile kurulan benzerlikten dolayı iris tabakası adı verilmiştir.


                                                                                                          Tanrı  Hera  ve  İris

Ürolojideki“priapism sendromu” da mitoloji kaynaklıdır. Cinsel uyarılma veya cinsel istekten kaynaklanmayan bir nedenle penisin devamlı dik (ereksiyon halinde) ve çoğunlukla ağrılı halde bulunmasına “priapism sendromu”  denir. Antik Yunan mitolojisinde tanrı Priapos, bugünkü Lapseki ilçesinde bulunan Lampsakos  şehrinin tanrısıdır. Şarap tanrısı Dionysos ile güzellik tanrıçası Afrodit’in oğludur.  Ama çok çirkindir. Oğlunun çirkinliğinden utanan güzel Afrodit onu kendinden uzaklaştırarak Lampsakos’a gönderir, ancak Lampsakos’lular onu çok sever, sahiplenir ve tanrılaştırır. Onunla birlikte şehirlerine hareket geldiğine, verimliliğin arttığına inanırlar ve onu üzüm bağlarının ve bahçelerinin koruyucu tanrısı sayarlar. Priapos’un penisi devamlı dik ve çok büyük olduğundan bereketi buna bağlarlar. Geçmiş uygarlıklarda da penis üremenin yanı sıra bereket sembolü olarak görülmüştür. Öyle ki Romalılar penis  şeklinde bardaklar kullanmışlar, şarap tanrısı törenlerinde ellerde penis figürleri taşınmıştır. İşte Priapos’un bereketli penisi tıpta ağrılı sert penis olarak tanımlanan“priapism sendromu”na ad olmuştur.





         
         











                                        Priapos bereket tanrısı                                                                                                     

Bir başka tıp ile mitoloji buluşması vücut ateşinde görülür. “FebrisGrek mitolojisinde “ateş ve sıtma tanrıçası”dır. Tıpta da febris deyimi yüksek ateşli hastalıklarda kullanılan bir terimdir. Örneğin çocuk yaş grubunda görülen yüksek ateşe bağlı konvülsüyonlar, yani “havale geçirmek”, tıp literatüründe “febril konvülsiyon”, keza ateşin erken bir bulgu olarak görüldüğü bir çeşit kan hastalığına da “febril nötropeni” denilmektedir.


                                                                                                         Ateş ve sıtma tanrısı Febris

İnsan vücudunun dik durmasını sağlayan omurgadır ve 33 omur denilen kemikten oluşmuştur, işte bu omurlardan boyunda yer alan birinci omurun adı “atlas” tır. Peki neden atlas? Çünkü bu atlas kemiği kafatasının hemen altındaki ilk kemik olup kafatasını, yani insanın başını taşıyormuş gibi durmaktadır. Tıpkı sırtında boynunun arka kısmına yerleştirdiği dünyayı taşıyan mitolojideki“Atlas” gibi. Mitolojiye göre dev yaratıklar olarak bilinen bir titan olan Atlas dünyayı sırtında taşımakla cezalandırılmıştır. Atlas aynı zamanda insanlığa ateşi armağan eden Prometheus’un kardeşidir. Her ikisinin de ortak yazgısı tanrılara karşı gelmek ve cezalandırılmaktır.


Atlas
                                                      

Gigantizm tıpta bir hastalık tanımıdır, hipofiz ön lobundaki büyüme hormonunun (growth hormon) aşırı salgılanmasıyla oluşan, el ve alt çene kemikleri başta olmak üzere vücutta devleşme hissi veren iri cüsseli görüntüsü veren  bir hastalığa verilen isimdir. Mitolojide ise  gigant, tanrı Uranus’un kesilen cinsel organından yayılan kan damlalarından oluşan dev yapılı varlıklardır.

                                  
                                                                                   Şarap tanrısı Dionysos bir Giant’ı öldürüyor

              
Hermafroditizm ise aynı kişide hem dişi hem de erkek üreme organlarının bulunmasıdır. Halk arasında “hünsa” ve “erdişi” olarak bilinir. Hangi cinsel organ ön plandaysa kişi o cinsten sayılır ancak gerçek cinsiyet kromozom tayini ile belirlenir. Mitolojide ise hikaye şöyledir. Afrodit’in Hermes’ten olan oğlu günahkar kabul edildiğinden ormana bırakılır. Çocuk büyüyüp delikanlı olur, bir gün gölde yıkanırken çok güzel bir peri ile karşılaşır. Peri delikanlıya yaklaşır ancak o utanır ve periyi iter reddeder. Peri “ey tanrılar öyle bir şey yapın ki ne o benden ayrılsın ne de ben ondan” der. Hızla delikanlının boynuna sarılır ve tanrılar onları tek vücut yaparlar,  yani tek vücutta hem erkek hem de dişilik organları yer alır. İşte hermafrodit kelimesi buradan çıkmıştır ve kökeninde Hermes ve Afrodit vardır.




            Hermes                                                                               Afrodit

                           

                                                                                                                  hermafrodit


Son olarak insanların korkularını ifade eden psikiyatride genel amaçla kullanılan “fobiden bahsedelim. Fobi kelimesi ilgili kelimenin sonuna eklenerek korkunun çeşidini ifade eder. Örneğin klostrofobi; kapalı yer korkusu,  zoofobi; hayvan korkusu gibi. Ancak bu korkular normal korkulardan süresi, içeriği, mantık dışı olması ile ayrılır, tekrarlayan ve kişiyi normal yaşamda sıkıntıya sokan korkulardır. Fobilerde mantık yoktur ve kişi duyduğu korkunun gerçekçi olmadığını bilir. Keza sosyal fobi denilen şeklinde kişide çeşitli durumlarda mahçup olma, hatta rezil olma korkusu vardır. Bu nedenle sosyal fobisi olanlar toplulukta konuşmaktan, çok iyi enstrüman çalmasına rağmen bunu topluluk önünde sergilemekten korkarlar. Mitolojide ise“Phobos”, savaş tanrısı Ares’in yanından ayrılmayan ve korku ile dehşeti simgeleyen bir varlıktır. Aslında Ares’in yardımcıları ikidir, biri “Phobos”öbürü ise “Deimos”tur. İlginç olan Ares’in Roma mitolojisindeki karşılığı Mars’tır. Yani kızıl gezegen de denen Mars. Peki neden kızıl ?  Savaş demek kan demek, yani kızıl renk demektir Ares, Mars ise savaş tanrısıdır ve dünyamızdan bakıldığında kızıl renkli görülüyor.  Ve son bir bilgi. Mars’ın iki uydusu vardır, birinin adı Phobos, diğerinin ise Deimos’tur.  İlginç değil mi ?



                                                         Phobos (Halikarnas’ta bulunan bu eser şimdi British Museum’da)

Başta da söylediğimiz gibi mitolojide semboller kullanılarak insanlık halleri, doğum, hastalık, ölüm gibi birçok konu açıklanmaya çalışılmaktadır, bu noktada tıp ile mitoloji kol kola dans etmektedirler. Ve bu dans binlerce yılın süzgecinden nasıl günümüze gelmişse binlerce yıl sonra da Olimpos’tan Kıbrısa, Mezopotamya’dan Himalayalar’a zenginleşerek devam edecektir.

Dr faik Çelik

*bu yazı Psikomitoloji sayfası için hazırlanmıştır
http://psikomitoloji.com/attachments/article/79/tibbin.mitoloji.ile.dansi.pdf

14 Şub 2012

Halet Çambel




Kim söylemiş bilmiyorum ama bu sözler çok hoşuma gider; “ ülkemizi yıllarca siz dıştan biz içten yıkmaya çalıştık, yıkamadık ”. Gerçekten bu ülke yıkılmıyorsa,  Anadolu kültürünün ve dokusunun sağlamlığı kadar, sayıları çok da olmayan olağanüstü insanların gayretleri nedeniyledir. Bu insanlardan birini size tanıtmak istiyorum. Prof Dr Halet Çambel.  Osmaniye ili  Kadirli ilçesinde Karatepe’de  (Aslantaş) evi ve çalışma ofisi olan yayla evinde konuştuk kendisiyle iki yıl önce. İstanbul Üniversitesi’nden küçük bir grup hocamızı ziyaret etmiştik. Üniversitemiz Prehistorya bölümünden 1984’de emekli olduktan sonra yaşamının büyük bir bölümünü başkanlığını yaptığı Karatepe-Aslantaş kazılarında, bu evde geçirmekte hocamız. Arnavutköy Kız Koleji, ardından Sorbonne Üniversitesi sonra 1940’da İstanbul Üniversitesi’nde asistan olarak görüyoruz Halet Çambel’i.


1936’da Berlin Olimpiyatları’na Atatürk’ün talimatıyla eskrim dalında katılmış olan Halet Çambel  olimpiyatlara katılan ilk Türk kadını ünvanına sahiptir. 1946 yılı kışında Alman arkeolog Prof Dr Bossert’in asistanı olarak hocasıyla birlikte yanlarına Adana Müzesi Müdürü Naci Kum’u da alarak Karatepe’ye geldiklerinde son Hitit dönemine ait  (MÖ 700)  arkeolojik bulguları gördüklerinde tarihi bir sayfa açtıklarını hissetmişler. Çok uzun ve çok meşakkatli çalışmalar sonucunda kazılarda çıkan eserleri korumak için ilk kez kazı yerinde koruma amaçlı bir inşaat düşünülmüş ve bu inşaatı da, o zamana kadar hiç inşaat yapmamış olan ama daha sonraki yıllarda Ağa Han mimarlık ödülünü alan eşi, şair- gazeteci  Nail Çakırhan yapmış. Bu alanda binlerce kırık parçayı birleştirip muhteşem eserleri ortaya çıkaran ekibe liderlik yapmış. Halet Çambel Karatepe’yi önce Milli Park sonra da Türkiye’nin ilk açık hava müzesi haline getirmiş. Burada bulunan eserlerde Hitit ve Fenike yazıları bir arada olduğundan Hitit Hiyeroglif yazısının çözümlenmesinde Aslantaş’ın çok önemli bir dönüm noktası olduğunu söylüyor Halet Hoca.
Ortaokul ve lise yıllarında Arnavutköy sahilindeki Rum köyünde Atatürk’ü gördüğünü anlatırken heyecanını saklamıyor, gururla anlatıyordu. İçinde bulunduğumuz kazı evinin projesi de şair Turgut Cansever’e aitmiş. Yörenin “Halet Bacısı” , arkeoloji tarihimizin arkeolojiyle toplumu buluşturan “Hocaların Hocası” ve Cumhuriyet’imizin “Aydınlık Yüzü” Halet Çambel’i kısaca hatırlatmak istedim.