Sayfalar

26 Ara 2011

AMAZONLAR

Tarihte amazon kadınları savaşçı kimlikleriyle tanınır. Binicilikleri ve okçulukları savaşta korku, barışta hayranlık yaratır. Tam olarak kanıtlanmamakla birlikte ilk yaşadıkları bölgenin Kuzeybatı Anadolu, Sinop-Gerze-Amasya üçgeninde olduğu kabul edilmektedir. Başkentleri bugünkü Terme ilçesidir. Thermedon nehri kıyısında Thermiseaya adıyla tarihte yer almıştır. Dede Korkut Hikayeleri’nde Kafkaslar’da yaşayan ve “alp kızları” denen savaşçı kabilenin amazonlar olduğu iddia edilmektedir.
                                    Yunan  Attika Vazosu'nda Amazonlar

Güney Amerika’yı boydan boya geçen büyük nehrin adı Amazon’dur. Bu nehrin ismi ile savaşçı kadınlar Amazonlar’ın bir ilişkisi var mıdır ? Kıtaya keşif ve ticaret  için gelen İspanyol gemici Fransisco de Orellano bu nehirde seyahat eden ilk Avrupalıdır. Orellano bu seyahati boyunca nehrin her iki kıyısında vahşi, savaşçı, sık sık kafileye saldıran ve kaçırdıkları erkeklerle sabaha kadar sevişip sabah vakti onları öldüren kadınları görmüş ve onları tarihteki Amazon kadınlarına benzettiğinden bu nehre Amazon adını vermiştir. Bu konuda başka farklı iddialar da vardır örneğin “kayık deviren” anlamındaki Kızılderili sözcüğü “ammasona” veya “kükreyen su” anlamına gelen “amazunu” bunlardan bazılarıdır.
Amazonlar'ın Atina Kralı Theseus'a  saldırısını  gösteren bir kabartma

Amazonlar her yıl iki aylarını çocuk sahibi olmaya ayırmışlardı, ancak sadece savaşta adam öldürenlerin çiftleşmesine izin verilirdi. Komşu kabile erkekleriyle çiftleşen ve hamile kalan Amazon kadını kız doğurursa  onu savaşçı olarak yetiştirmek üzere alıkoyar, erkek doğurursa çiftleştiği erkeğin kabilesine geri gönderirdi. “Yunan Mitolojisinde Amazonlar” isimli kitabında D.J.Sobol,  barış zamanlarında erkekleri çılgına çevirecek güzellikte, uzun boylu, küçük  ve dik göğüslü, iri yapılı gövdeleri ve kaslı görünümlerine rağmen dişiliklerini koruyan bir fiziğe sahip olduklarını yazar.
Gaziantep mozaiği

Bir Amazon daha küçük yaştayken erkekleri ve erkek toplumunu aşağılama yönünde eğitilirdi. Geleneksel savaş kıyafetlerinde hilal şeklinde bir kalkan taşır, ince tunikleri vücutlarını sıkıca sarardı. Kolları, bacakları ve tek göğüslerini açıkta bırakırlardı. Amazon kadınları rahat ok atsın diye sağ memelerinin genç yaşta dağlanarak alınmasıyla sağ kollarının daha da güçlendiği, amazon adının antik Yunancada memesiz anlamındaki a-mamosis kelimesinden geldiği tezi günümüzde doğru kabul edilmemektedir. Tüm resim, kabartma ve heykellerde Amazonlariki göğüslü olarak betimlenmiştir. En son 2008’de Gaziantep’te bulunan bir mozaikte de Amazon iki göğüslü olarak görülmektedir.
                                       Amazon'la Kentor'un (at adam) savaşı
Efsanelere konu olan Amazonlar, Truva savaşında Achille-Hector hesaplaşmasında “Anadoluluk Ruhu” ile Hector’un yani Truvalılar’ın yanında yer almış ve savaşmışlardır. Kraliçe Pentheselia’nın Achilles tarafından öldürüldüğüne inanılmaktadır.  Truva’nın düşmesinden sonra sayılarının azalmaya başladığı ve zamanla soylarının tükendiği varsayılan Amazonlar, Romalı Vergilius’tan  - Shakespeare’e,  Chaucer’den - Bocacacio’ya kadar birçok yazarın esin kaynağı olmuştur. Özellikle Kraliçe Pentheselia ve Kraliçe Hippolyte savaşçı kimliklerinin yanı sıra aşklarıyla da romanlarda yer alır.
                                                    Amazon Heykeli
Amazonları vahşi, kana susamış savaşçılar gibi gösteren romanlar veya hikayeler, çok önemli birer kaynak olan  antik dönem yazılı eserlerine ters düşmektedir. Örneğin bu romanlardan biri 1948’de yazılan Ivor Bannet’inAmazonlar” isimli romanıdır ve sinemaya da aktarılmıştır. Amazonlar hakkındaki destanlar Truva savaşına ilişkindir. Vergilius’un “Aenas” adlı eserinde Amazonlar ve kullandıkları ok,sadak, kalkan  vb silahlar anlatılmaktadır. Homeros’un “İlyada’sında bahsi geçen Amazonlar için “erkeklerin kadın emsalleri” denmektedir. Amazonlar edebiyatta fazlaca yer almamıştır, buna karşın resim ve heykellerde oldukça yer almışlardır. Bu eserlerde  kiton” denilen ve vücudu saran kısa,  ince bir elbise giymektedirler  ve kadınsı görünüşleri baskındır. Bu eserlerde  kana susamış,  kavgacı kadın yerine, zarif kadın görüntüsündedirler. Attika vazo resimlerinde de sıkça yer alırlar, hatta bu vazolar eski destanları nesilden nesile aktarmada çok önemli olmuştur. Rubens ve Delacroix tablolarında Amazonlara yer vermiştir.

                          
                      Rubens'in "Amazonlar Savaşta" isimli tablosu


19 Ara 2011

Kraliçe Stratonice (psikosomatik hastalıkların tarihi)

Jacques-Louis David  "Antiochus and Stratonice"

Anatomist ve fizyolog  hekim Erasistratus’un Makedonya’lı komutan, aynı zamanda Suriye Kralı olan  Seleskus Nikator’un (Seleceus Nicatorus) oğlu  Antikos’un (Antiochus)  hastalığının organik değil, ruhsal olduğunu anlaması tarihte kayıtlara geçmiş ilk “psikosomatik hastalık”tır.
Hikaye şöyledir :  Antikos çok ciddi hastadır, hiçbir doktor hastalığa çare bulamamıştır.  Dönemin Kalkedon’lu (Kadıköy) Herophilus’la birlikte İskenderiye’de çalışan en ünlü doktoru Kos’lu Erasistratus saraya davet edilir. Erasistratus hastanın nabzını muayene ederken birden nabzın  çok hızlandığını, hastanın huzursuz olmaya başladığını, kızarıp ve terlediğini fark etmiş. Kalbi yerinden çıkacak gibi olan, bulantısı başlayan, panik içinde görülen bir genç adam yatakta yatmaktaymış. Bu durum ve bulgular hastayı muayene ettiği saatler içinde birkaç kez tekrarlamış. Erasistratus, bu bulguların yaşlı kralın karısı olan genç ve güzel bir kadının, Kraliçe Stratonice’nin odaya girmesi ile eş zamanlı olduğunu fark etmiş. Stratonice odadan çıktıktan kısa bir süre sonra Antiochos normale dönüyormuş. Erasistratus hastalığın fiziki değil ruhsal olduğunu saptamış. Yani bugünün söylemiyle “psikosomatik hastalık” tanısı koymuş. Tedavi için Kral’a karısını oğluna vermesini önermiş, oğlunun tedavisi için   baba, üvey anneyi oğluna vermiş. 
Bundan sonra Stronikeia ile Antiochos evlenmişler ve kısa bir süre sonra da kral tahtını oğluna bırakmış. İşte Antiochos uğruna babasını kaybettiği güzeller güzeli sevgilisi “Strotonikeia’’ın adına bir kent kurar. Stratonikeia, isimli bu antik kent  Muğla’nın Yatağan İlçesine bağlı Eskihisar köyü yanındadır. Yolunuz düşerse uğrayın ve yazdıklarımı hatırlayın. Bizans’lı Stephanos kentin M.Ö.281-261 yılları arasında kurulduğunu söyler, ancak  antik yazar ve tarihçi Appian da kenti M.Ö.294’de  Seleukos’un bir türlü unutamadığı genç karısı adına bizzat kendisinin kurduğunu ileri sürer. Kazı çalışmaları halen sürmekte olan bu antik kentte tiyatro, agora, gymnasium, gladyatör mezarları açığa çıkarılmıştır.
 Birçok ünlü ressam bu olayı tuvale aktarmıştır. Bunların en ünlüsü Fransız ressam Jacques-Louis David ‘in 1774 yılında tamamladığı “Antiochus and Stratonice “isimli tablodur. Jacques-Louis David ( 1748 - 1825), neoklasik tarzıyla sanat tarihinin en önemli ressamlarından  biridir, Fransız Devrimi'ni aktif olarak  desteklemiş, devrimin önemli simalarından arkadaşı Robespierre'in devrilmesi üzerine hapse girmiştir.
Tabloda muhteşem saray atmosferi içinde, kocaman yatağında uzanan Antiochus'un hemen yanında Erasistratus oturmaktadır.  Ayak ucunda ise ellerini iki yana açmış çaresizce duran Seleskus ve hemen ötede utangaç bir tavır takınan kralice Stratonice görülmektedir. Erasistratus, işaret parmağıyla Stratonice'yi göstermektedir ve adeta “işte hastalığın ilacı “ der gibidir. Erasistratus'un parmağından sanki bir ışık huzmesi Kraliçe'nin tüm vücudunu aydınlanmaktadır. Jacques-Louis David’in tablolarında yoğun kullandığı meşhur  altın rengi ve  tonları resme hakimdir.
Bu konu ayrıca İtalyan, Dutch,  Fransız ressamlar  ile birçok ressam tarafından işlenmiştir. Aşağıda üç ressamın eserleri yer alıyor.
Her psikosomatik hastalığın tedavisi bu kadar güzel ve etkili ilaçla her zaman böyle iyi ve mutlu sonuçlanmıyor tabii ki.  Ne organik, ne psikosomatik,  her türlü hastalıktan uzak kalmanızı dilerim…..
   Antonio Belluci (1654-1726)
Adrian van der Werff (1659-1722)
Alexandre Charles Guillemot (1786-1831)

12 Ara 2011

" O" kalbimiz, yüregimiz....

Moskova’da Nazım Hikmet’in mezarının bulunduğu Novodeviçi Sanatkârlar Mezarlığı'ndaki bir cerrahın mezarının resmi. Eller arasında bir yürek….

 




Kırılmasıyla, teklemesiyle, çalınmasıyla, çarpmasıyla, atmasıyla, kanamasıyla, kriziyle, ağrısı ve sızısıyla kalbimiz. Ne biliyoruz "o"nun hakkında ? "O"nu  ameliyatta atarken gördüğümde çok heyecanlandığımı dün gibi hatırlıyorum, asistandım, anestezi altında uyuyan hastada adeta cerraha kafa tutan tek organ "O"ydu, diğerleri, karaciğer, mide ve barsaklar, masum bir şekilde dururken,  "O", ben buradayım işte, gelsene dercesine meydan okuyordu. Uzmanlığımın ilk yıllarında ise bıçaklanma nedeniyle gelen bir gencin acil ameliyatında kalbi elime aldım, aman yarabbim !  o ne muhteşem bir duygu… (Bu arada yaralı genç kurtuldu, gazeteciler röportaj için geldiklerinde, gencin neden bıçaklandığını sorgulayıp  buradan bir aşk öyküsü çıkarmanın peşinde koştuklarını gördüğümde,  çok riskli bu ameliyatı başaran benimle kimsenin ilgilenmemesine şaşmış kalmıştım, büyüklerim bana bu mesleğin nankör olduğunu söylüyorlardı, ne kadar haklılarmış…).

Normal bir yetişkinde kalp günlük olarak 100 bin, yılda 40 milyon defa atar. Ortalama bir ömür boyunca yaklaşık 2 milyardan daha fazla atım demektir bu. Anne karnında 3 haftalıkken atmaya başlayan bu mükemmel pompanın dolma ve boşalmasından ibaret olan bir atım, bir saniyeden daha kısa bir sürede gerçekleşir. Dakikada 60-100 defa atmaktadır kalbimiz, ortalama 72 atım yaptığı kabul edilir, 180‘e kadar çıkabilir. Kalbin dakikada  0,5 lt kan pompaladığı  bilinmektedir, dinlenme halindeki bir kişide dakikada yalnızca 4-6 lt kan pompalar. Uykuda bile yetişkin bir insanın kalbi, saatte yaklaşık 340 lt  kan pompalamaktadır. Günde 10 ton kadar kanı damarlarımıza pompalıyor demektir bu muhteşem organ. Koşarken kan pompalama miktarını saatte 2300 litreye çıkarabilir. Kalp, kendisini besleyen özel bir sisteme sahiptir. Bu sistemin adı "koroner damarlar"dır. Koroner atardamarlar, akciğerden gelen en temiz ve en bol oksijenli kanı taşıyan aort atardamarından ayrılmış iki ayrı daldır. Bu damarlar yalnızca kalbi beslerler.

Kalp sadece yukarıdaki tıbbi bilgilerle tanımlanabilir mi?  Her kültürde ve her çağda, ya sanatta ya dinde ya da aşkta yer almıştır. Mısır uygarlığına ait Ebers Papirüsleri’nde 855. paragrafta kalp hastalıklarının tanımını görmekteyiz. Aslında Mısır ve  Grek Uygarlıkları’nda kalp, yaşamın merkezi ve ruhun barındığı yer olarak kabul edilmekteydi. Antik Mısır’da Ölüler Kitabı’nda bir çizimde (tılsım 125),   ölen kişinin  ölüm tanrısı Osiris tarafından hayatında yaptıkları ile ilgili yargılanması ilginçtir. Ölen kişinin kalbi ile iyilik oranı tartılır. Kalp tanrıça İsis'in taşıdığı doğruluk tüyü ile karşılaştırılır. Tüy ağır gelir ise bu kişinin kötülüklerinin daha ağır geldiğine delalettir ve o kişi Amid adı verilen çakal başlı canlı tarafından yenilir. Eğer tüy hafif gelir ise bu da kişinin iyiliklerinin daha ağır geldiğine delalettir ve kişi cennete gider. (resim 1)

resim 1
Aztekler’de  hayatın kaynağı kabul edilen güneşe,  beslenmesi için yüksek piramitler üstünde kalp sunma törenleri yapılırdı, rahipler tarafından kurban seçilen insanın göğüs kafesi bıçakla kesilir, kalp çıkarılır ve  güneşe doğru kaldırılarak adak olarak sunulurdu, bu arada akan yaklaşık üç litre kan ile güneşin susuzluğunun giderilmiş olduğuna inanılırdı. (resim 2)

resim 2

Kalp güneştir, güneş nasıl kendisi ve yeryüzünün üzerinde etki ediyorsa, kalp de aynı şekilde kendisinin ve bedenin üzerinde etki eder  (Paracelsus -XIII. yy’da yaşamış bilim adamı).

Kalp hükümdarlığın merkezinde bulunan bir kral gibi, oynadığı role uygun olarak tam göğsün ortasında yer alır . (Henri de Mondeville- XIV. yy’da yaşamış cerrah).
 
Kalp aşkın sembolüdür. Dünyanın her yerinde ders sıralarının, bankların, ağaçların üstüne, duvarlara milyonlarca kalp işareti çizilmiştir, hepsinin içinden bir ok geçer ve bazen açık isim bazen harflerle duygular çizgiye düşer. Edebiyatta da en çok kullanılan sembollerden birisidir kalp, özellikle aşk sembolü olarak kullanılır. Bu Hüseyin Rahmi Gürpınar, iki bölümden oluşan “Billur Kalp” romanında, Muhlis ve Sema'nın trajik bir biçimde ayrılıkla biten aşklarını anlatır. Anais Nin, “Dört Odalı Kalp adlı romanında aşkın kimliğini yitirip bambaşka bir ilişki ve duygu durumuna dönüşmesinin şiirsel bir haritasını çizerek "fedakârlık" kavramını bütün yönleriyle sorgulamakta.

Kalp çok farklı ve zıt imgelerde kullanılmaktadır. İnsan “yumuşak kalpli” de olabilir, “taş kalpli” de. “Mangal gibi yüreğiniz" olduğu gibi “yüreksiz” de olabilirsiniz. “Kalpsiz  olanlarla  yufka yürekli” olanlar birliktedir bu dünyada. Heyecanlanınca “yüreğiniz ağzınıza  gelebilir. "Kalp sızısı” başka sızılara, “kalp yarası başka yaralara benzemez. “Kalbinizi kaptırabilir” ya da başkasının “kalbini çalabilirsiniz”,  kalbinizin sesine kulak verin” ki ,  kalbiniz kuş gibi çırpınmasın”.

Erzurumlu Emrah diyor ki;

 El çek tabip el çek yaram üstünden,
  Sen benim derdime deva bilmezsin
  Sen nasıl tabipsin yoktur ilacın
  Yaram yürektedir sarabilmezsin”


....ve Murathan Mungan’a kulak verelim;

“olmasa mektubun
 yazdıkların olmasa
 kim inanırdı
 senle ayrıldığımıza
 sanma unutulur
 kalp ağrısı zamanla
 her şeyi unutarak
 yaşanır sanma”









Yazımızı Nazım Hikmet’ten bir şiirle noktalayalım.

Angina Pektoris
 
Yarısı burdaysa kalbimin
yarısı Çin’dedir, doktor.
Sarı nehre doğru akan
ordunun içindedir.
Sonra, her şafak vakti, doktor,
her şafak vakti kalbim
Yunanistan’da kurşuna diziliyor.
Sonra, bizim burada mahkumlar uykuya varıp
revirden el ayak çekilince
kalbim Çamlıca’da bir harap konaktadır
her gece,
doktor.
Sonra, şu on yıldan bu yana
benim, fakir milletime ikram edebildiğim
bir tek elmam var elimde, doktor,
bir kırmızı elma:
kalbim…
Ne arteryo skleroz, ne nikotin, ne hapis,
işte bu yüzden, doktorcuğum, bu yüzden bende bu angina pektoris…
Bakıyorum geceye demirlerden
ve iman tahtamın üstündeki korkunç baskıya rağmen
kalbim en uzak yıldızla birlikte çarpıyor.    

11 Ara 2011

Deha... Sonsuzluk / Sınırsızlık (ESCHER)

  
 
Bir dahiden söz edeceğim. Maurits Cornelis Escher veya kısaca M.C. Escher. 1898 - 1972 yılları arasında yaşamış Hollanda’lı bir grafik ve resim ustası, litograf.  Sanatçı da denir, bilim adamı da. Çizimlerini mutlaka görmüşsünüzdür, özellikle ilk bakışta vazo olarak görülen dikkatli bakınca birbirine bakan iki yüz olduğu anlaşılan çizimini. Biyografisinden bahsetmeyeceğim,  bu konuda yararlanacağınız iki linki yazının sonuna koyuyorum. İlk çalışmalarını optik yanılsamalar ve  matematikteki limit, sonsuzluk, boyut gibi kavramlar üstüne yapmıştır. Endülüs’te  Kurtuba Camisi” ve “Elhamra Sarayının” çinilerinden etkilenerek muhteşem eserlerini yaratmıştır.
Kendisini hiçbir zaman matematikçi veya grafiker olarak tanımlamayan Escher,  kontrast, perspektif, simetri, paradoks konularına yönelmiş, çizimlerinde  2 ve 3 boyutun kusursuz bir biçimde beraberliği ile görecelik /relativite kavramını resmetmiş, imkansız resimler çizmiştir.  En önemli eserleri “tesellation” denilen ve küçükken peynir parçalarını ekmek diliminin üstünde hiçbir boş yer kalmayacak şekilde yerleştirmeye çalışırken keşfettiği sınırlı bir yüzeyde hiç boşluk bırakmadan ve birbirinin üstüne gelmeden sınırsız tekrar prensibine dayanan çizimleridir.

Escher yaşamı boyunca 448 litograf ve 2000'in üzerinde çizim yapmıştır. Bu eserlerinden bazıları “birbirini çizen eller, içi dışa  dönüşen yüzeyler, hep çıkan merdivenler, suyun nasıl aktığı anlaşılamayan şelale”dir.
den Haag’da (Lahey) Escher’in kendi adıyla anılan müzesine gittim. Müzenin ilk odasında bu dahi adamın “eternity ve infinity” kavramlarını birleştirdiği yazıyordu. Yani sonsuzluk ve sınırsızlık…. Yukarıdaki resmi orada çektirdim.  Escher’in dehasına örnek bir fotoğraf. Boyutlar tamamen normal, kamera hilesi yok, sadece fonda oğlumun durduğu yer daha alçak tavanlı  ve önde, benim durduğum yer daha yüksek tavanlı ve 30 cm daha geride. Bir de oturunca arkadaki çizimlerin de yardımıyla ben cüce, oğlum dev oldu. İşte tipik bir Escher çalışması… 
http://www.mcescher.com/  (resmi sitesi)









27 Kas 2011

ESNEMEK












Esnemek, ağızın olabildiğince açıldığı  ve gözlerin kısıldığı veya kapatıldığı, bazen sesli    bazen sessiz  gerçekleştirilen bir eylemdir. İlginç olanı bulaşıcı bir eylem olmasıdır, evet karşınızda birinin esnediğini görünce siz de esnersiniz, ondan size bulaşır esneme eylemi. Bunun nedeni  henüz tam olarak açıklanamamıştır. Aslında esnemenin nedeni dahi henüz tam olarak bilinmemektedir.
 
Esnemek sadece insanlara has değildir. Kedi, köpek, fare ve daha birçok hayvan da esneyebilmektedir. Ancak insanların aksine hayvanlar  daha çok dikkat gerektiren işler yaparken, hatta heyecanlanıp sevindiklerinde esnerler. Evdeki  can yoldaşım  Argos’a “kemik, büsküvi, ekmek” dediğim zaman önce kulaklarını diker, bekler, sonra da  esner.   MÖ IV. yüzyılda Hipokrat esneme ile,  beyinden "kötü hava"nın çıkması sağlanarak yerine "iyi hava" girmesinin sağlandığını ileri sürmüştü.
 
Esnemek ile oksijen ve karbondioksit seviyeleri arasında  bağlantı olduğu iddia edilse de, bu görüş deneklerle yapılan çalışmalarla desteklenememiştir. En çok sabah kalktıktan sonra ve gece uykumuz geldiği zaman esnediğimiz göz önüne alınarak, uykunun istenmediği durumlarda refleks olarak beynin  uyarıldığı böylece  bir şekilde uyanık kalınmayı sağladığı yönünde bir görüş ileri sürülmüştür. Uyumaya çalışırken, yeni uyandığımızda veya yorgun hissettiğimizde daha fazla esniyoruz  şüphesiz. Belki de esneme bizim uyanık kalmamıza yardımcı oluyordur. Araştırmacılar insanlarda esnemeyi tetikleyerek ensefalografiyle beyin faaliyetlerini incelemiş.  Esnemenin beyindeki aktiviteyi arttırdığına dair herhangi bir kanıt ortaya çıkmamış.
 
Frontiers in Evalutionary Neuroscience isimli dergide yayınlanan çalışmada esnemenin mevsimlere göre değişiklik gösterdiği, insanların  kış aylarında yaz mevsimine oranla daha fazla esnedikleri yazmakta.   Journal of Neuroscience & Biobehavioral Reviews dergisinde yayınlanan bir makalede ise  bu konuyla ilgili çok sayıda teori sunuluyor ancak hangisinin doğru olduğuna dair henüz yeterli kadar kanıt olmadığı belirtiliyor.
 
Şizofrenlerin nadiren etraflarında esneyen insanlardan etkilenerek esnedikleri saptanmış bunun üzerine bulaşıcı esnemenin psikolojik boyutu üstünde yoğun çalışmalar yapılmıştır. Esnemeye yatkın olan kimselerin “empati seviyelerinin” yüksek olduğu, yani kendisini başkalarının yerine koyma becerisinin yüksek olduğu kişilerin,  kendini karşısındakiyle özdeşleştirip, farkında olmadan onu taklit etmeye başlaması, dolayısıyla esneyen birini görünce kendisinin de esnediğini ileri süren bilim adamları vardır. Buna empatik refleks deniyor. Beş yaşın altındaki çocuklarda esnemenin  bulaşıcı  olmaması da bu görüşü destekler nitelikte. Otistik çocuklarda yapılan çalışmalarda da empati seviyesi ile esnemenin bulaşıcılığı arasında açık bulgular saptanmıştır. İnsanların % 55’i  başkasının esnemesini gördükten sonra beş dakika içinde esnerler.   Bu görsel teoriyi desteklemeyen durumlar da vardır, örneğin ; körlerin  insanların esneme sesini banttan dinledikten  sonra esnemeleri, veya esneme ile ilgili bir yazı okuduktan sonra esnemenin sıklıkla gerçekleşmesi gibi.
 
Esnemenin bulaşıcı olduğu yıllardır bilinen bir gerçek, 1508 de Roterdam’lı Erasmus  bir insan esnerse öbürü de esner” demiştir. Maya uygarlığında esneme ile ruhun bedenden o an için ayrıldığına inanılmıştır. Hatta 17 ve 18. yüzyıllarda mahkemelerde esnemek mahkemeye saygısızlık kabul edilerek cezalandırma sebebi  görülmüştür.

 
Esnemek istemdışı bir davranıştır. Onbir  haftalık fetüsün dahi anne karnında esnediğini tespit edilmiş. Hem burnumuzla, hem de ağzımızla nefes alabilmemize rağmen, kapalı ağızla esnemek mümkün değildir. En çok ve sık esnemenin olduğu zaman, sabah uykudan kalkma vaktidir. Ortalama bir esneme altı saniye sürer. Esnerken kalp hızında yüzde 30 artış olabilir. Gerginlikte de esneme sıklıkla görülmektedir.

Selektif serotonin geri alım inhibitörleri (SSRI)  cinsi antidepresan alanlarda özellikle ilaç kullanımının ilk üç ayında esneme sıklığının arttığı gözlenmiştir, bu nedenle  dikkatler  beyindeki duygular, ruh hali, iştah gibi durumlar üzerine etkili olan serotonin başta olmak üzere bazı nörotransmitterler üzerine çevrilmiştir.  Leeds Üniversitesi'nde psikoloji alanında önemli çalışmaları olan  öğretim görevlisi Dr  Catriona Morrison, “bulaşıcı esneme çok ilginç bir davranış, işitsel bir işarete gerek yok, görsel bir işaret bile gerekmez - sadece okumak veya düşünmekle esnemeye başlarsınız” demektedir. Son nöro-görüntüleme çalışmaları esneme olduğu  zaman ve esnemeye tepki verildiği zaman,  beynin aynı bölgesinin etkilendiğini göstermiştir. Yine Leeds Üniversitesi’nde esneme kavramını test etmek için psikoloji ve mühendislik okuyan öğrenciler üzerinde bir çalışma  gerçekleştirilmiş. Her öğrenci, 10 dakika içinde 10 kez esneyen  bir arkadaşı ile bir bekleme salonunda tutulmuş, diğer öğrencilerin yanıt olarak ne sıklıkta esnediği kaydedilmiş. Her katılımcıdan, daha sonra,  empatik becerilerini gösteren bir testi tamamlamaları istenmiş. Sonuç empati testlerinde daha yüksek puan alanların bulaşıcı esnemeye en fazla  yakalananlar olduğunu göstermiş. Psikoloji öğrencilerinin bulaşıcı esnemeye daha duyarlı oldukları, mühendislik öğrencilerinin ise  empati testinde anlamlı olarak daha yüksek puan aldıkları görülmüş.
 
İster can sıkıntısından esneyin ister endişeden, ister soğuktan esneyin ister yorgunluktan, ister uykunuz geldiğinde esneyin ister birisinin esnemesinden, esnemek rahatlatıyorsa esneyin esneyebildiğiniz kadar.

Yazımızı iki Fransız ressamın eserleriyle sonlandıralım. Joseph Ducreux’un (1735-1802) esnerken “otoportre”si ve Edgar Degas’ın (1834-1917) “ütü yapan iki kadın” isimli tablosu.









             

24 Kas 2011

PİSMANLIK

  
             

      
“En çok pişman olduğum şey, pişman olacağım diye yapamadıklarım ve dokunamadıklarımdır  diyor W. Shakespeare.  Pişmanlık ikiye ayrılabilir; ilki geçmişte verilmiş yanlış bir karardan dolayı daha sonra duyulan  pişmanlık,  diğeri geçmişte yapılabilmesi mümkün olup da yapılamayan şeyler için yaşanan pişmanlık. Pişman olmak, pişmanlık duymak acaba bir ihtiyaç mıdır, yoksa  engellenemeyen bir  negatif  duygulanma mı ?  Zaman zaman pişman olacağımızı bildiğimiz işleri yapmanın veya  pişmanlığımıza yol açacak sözleri söylememizin akılcı bir açıklaması var mıdır ?  Belki de bilinçaltımızı rahatlatmanın kolaycı bir yoludur “pişmanım” demek... Kendimizi  affettirmek, haklı  çıkarmak, hatta süper egomuzu kutsamak olabilir mi “pişman olma” duygusu ?
Bu soruları çoğaltabiliriz, pişman olmaktan çok, pişman olmanın ne sıklıkla olunduğu önemlidir herhalde… Aynı konuda defalarca pişmanlık duymanın  haklı bir gerekçesi olabilir mi ?  Olsa olsa ruhumuzu rahatlatma, bilinçaltımızı stresten kurtarma ihtiyacını karşılamaktır diye düşünüyorum. Pişmanlığın bir alışkanlık haline dönüşmesi,  kişide son derece kötü bir kişilik  tablosu  çıkarır.
İtiraf edelim ki, gerekçesi  ne olursa olsun pişmanlık duymakla  sıkıntılı bir konuda rahatlama sağlanmaktadır, bir nevi günah çıkarmadır pişmanlık. Kimisi de yaşadıklarından değil yaşayamadıklarından pişmanlık duyduklarını  söylerler ve bunun arkasından mutlak bir “keşke...” gelir. Buradaki farklılık insanın rahatlama isteğinden çok özlem duygusunu ifade etme isteğidir. Pişmanlık “keşkeler” içinde boğulmaya doğru  yönelirse mutsuzluk, ardından umutsuzluk ve nihayet depresyon kaçınılmazdır. Hani Anadolu’da “gönül yorgunluğu” denilen depresyon. Yapılanlardan pişmanlık duymak bazen yararlı olabilir,  çünkü  belki kullanılacak hala bir şans vardır. Pişmanlık duymak geçmişle ilgili bir duygu ve düşünceyken, endişe ve korku  geleceğe yönelik yaşanılır, bazen bu iki olumsuz durum  içinde bulunulan zamanda birlikte yaşanır. Sanırım en kötüsü de insanın bir şeye pişman olmasından dolayı pişmanlık duymasıdır.
Mesleki  yaşantımızda “keşkeler”  genelde  olumsuzlukla sonuçlanan tıbbi uygulamalardan  sonra söylenir, bu  durumlarda zaten komplikasyonlar veya malpraktis denen hatalı hekimlik uygulamaları söz konusudur , “keşke o hastaya şöyle deseydim” veya “keşke şu ameliyatı yapsaydım, şu ilacı verseydim” veya “şu tetkiki isteseydim” gibi... Veya tam tersi; “keşke yapmasaydım” gibi...
Hekimlik gerçekten çok zor bir  meslek, bu nedenle “pozitif ayrımcılık” gerektirmektedir. Bu meslektekiler yasalar karşısında daha özenle korunmalı, ekonomik denge ve gereksinimleri daha özenle irdelenmeli ve karşılanmalı, toplumda saygın konumlarını sarsıcı demeç ve yayınlardan özenle kaçınılmalı, “bakan” veya “bakmayan” sorumlu mevkidekiler buna daha da özen göstermelidir. Çünkü bu meslekte insan hayatı söz konusudur. Yaşam ile ölüm arasındaki o ince çizgiyi özellikle cerrahi dallarda çalışan  hekimler çok yakından bilirler, bu çizginin kılıçtan keskin, kıldan ince olduğunu otuz yılı çoktan aşan mesleki yaşantımın sonunda  rahatlıkla söyleyebiliyorum. Bu çizgi üstünde mesleğimizi icra ederken “pişman olmak” duygusu  bizlere aslında çok  uzak olmalıdır fakat  yaşam sadece teoriden ibaret değil. Yanlış yapmamak için sadece bilgi hatta  deneyim yetmeyebilir. Bazen şansın da yanınızda olması gerekir. “Keşke”leri az olan hekim iyi hekimdir, başarılı hekimdir ve hatta şanslı hekimdir diyebiliriz.
Sadece hekimlerin değil, genelde insanların pişmanlık duymalarının en alt seviyelere inmesi için öncelikle kişinin kendisini tanıması gerekmektedir.Başkalarını tanımak akıllılık, insanın kendini tanıması daha büyük akıllılıktır” derler, ne güzel bir değerlendirme ! Kendinizi tanıdığınız ölçüde ne yapıp ne yapamayacağınızı bildiğiniz sürece hata yapma,  dolayısıyla pişman olma sayınız düşmez mi ?   Bilirsiniz ünlü bir Fars vecizesi vardır; 
O ki bilmiyor ama bilmediğini biliyor; onu eğitin
O ki bilmiyor ama bilmediğini de bilmiyor; ondan uzak durun
O ki biliyor ama bildiğini bilmiyor; onu  uyandırın
O ki biliyor ama bildiğini de biliyor; o bilgedir, onu izleyin.

Asıl olan öğüt vermek değil, örnek olmak ise,  bunun yolu eğitimden geçer, okumaktan, öğrenmekten hatta yaşamaktan geçer.  Arjantin’li büyük usta  Jorge Luis Borges’ nin   (1899-1986)  an’lar dizeleri pişmanlığı ne güzel anlatıyor.
sil baştan yaşama şansım olsaydı eğer,
oturup saymazdım eski yanlışlarımı.
kusursuz olmaya çalışmaz, rahat bırakırdım yüreğimi.
ve elbette, çok daha coşkulu olurdu sevdalarım,
içine az buçuk da ciddiyet katılmış.
bu denli titiz olmazdım hiç, öyle bir şansım olsaydı eğer.
korkmazdım daha çok riske girmekten.
daha çok yolculuğa çıkar,
gün doğumlarını kaçırmazdım asla;
hele dağlara tırmanmanın keyfini.
hiç bilmediğim yerlere giderdim, gidebildiğimce.
doyasıya dondurma yer, boş verirdim kuru nimetlere.
öyle bir şansım olsaydı eğer,
dertlerim de yaşamın gerçeğini taşırdı,
yalnızca düşlerin değil.
işte hani onlardan,
her saniyesini verimli geçirenlerden biriydim.
aynı an’lara geri dönebilseydim eğer,
yalnızca iyi ve güzel olanları tatmak isterdim yeniden.
öğrenemediyseniz hala, öğrenin artık:
yaşam an’lardan oluşur, sadece an’lardan…
şimdi’yi yakalayın.

yanında termometresi, bir şişe suyu, şemsiyesi ve
paraşütsüz yerinden kıpırdamayanlardan biriydim.
ama yeni baştan yaşayabilseydim eğer,
 iyice hafiflemiş olarak çıkardım yolculuklara.
ilkbahara yalınayak girer,
sonbahara dek unuturdum papuçlarla yürümeyi.
hiç bilinmeyen yollara dalardım,
tadını çıkarırdım günışığının,
çocuklarla daha çok oynardım,
sil baştan yaşayabilseydim eğer…
ama heyhat, seksenbeşindeyim artık
ve biliyorum ki…
ölmekteyim.



Tüm yaşantınızda  keşke”lerin olabildiğince az olmasını dilerim.