Sayfalar

18 Ağu 2014

Ressamların Resimlerindeki Gizli İmzaları


Bazı ressamlar resimlerinin bir yerine kendilerini yerleştirmişlerdir. Bazen sıradan bir insan bazen de resim içinde etkili bir figür olarak  portrelerini resmetmişlerdir. Buna ressamın gizli imzası diyebiliriz. Ressamların  böyle bir çalışma yaparak yaratıcılıklarını  göstermek  veya  muzip bir anlayışla  resmi renklendirmek  istediklerini düşünüyorum. Bu resimler bana daha bir keyif veriyor,  bilmece havası ile resim daha gizemli oluyor çünkü. Böyle birkaç örnek resmi görelim.

İlk resim ünlü italyan ressam ve mimar   Raphael’in   “Atina Okulu”. Resimde, daha doğrusu freskte,  klasik Yunan Uygarlığı’nın  başta Sokrat, Platon ve Aristo olmak üzere, geometri, astroloji, felsefe, matematik, resim gibi farklı alanlarda ünlü 59  filozof ve bilim adamı bir aradadır. Bu kişilerden birisi de antik yunan ressamı Apelles’tir.  Raphael kendi portresini bu kişiliğe yerleştirmiştir. Resimde seyirciye doğru bakan tek figür budur. Tablonun sağ alt köşesindeki grup içinde yer almaktadır. 1509-1510 yıllarında yapılan fresk Vatikan’da Stanza Della Segnatura - papalık odaları  duvarlarından birinde  yer almaktadır. Bu tablo ve tablodaki kişiler hakkında ayrı bir yazı hazırlamaktayım.



İkinci resim İtalyan barok ressamı Caravaggio’nun efsanevi “David ve Goliath’ın Başı “ isimli tablosu. Ressam  Goliath’ın başı olarak kendisini çizmiştir.1610 tarihli bu eser 125 x 101 cm boyutlarında olup Roma’da Galleria Borghese’de sergilenmektedir.  Resimdeki efsaneye göre, bir çocuk olan David, korkunç bir dev olan Goliath’ın Musevilere zulüm yapmasına karşı durur. Elinde 5 taş bir de sapanla karşısında dikilir, dev Goliath  küçük David ile dalga geçer, fakat David taşı tam alnına isabet ettirip  Goliath’ı öldürür ve başını keser. Caravaggio  bu resimde  yetenekli ve cesur halini David’in yüzüne,  gaddar ve yaralı halini Goliath’ın  yüzüne yansıtmıştır. Bu resimden kısa bir süre önce yapacağı bir tablo için gerçekçi olsun diye mezardan ceset çıkarıp model yapmış, bu gaddarlığı nedeniyle Malta kralı tarafından dövdürülüp yüzü parçalanmıştı. Resimdeki gaddarlık ve yaralı yüz çiziminde bu olayın rolü olmuştur. Otoportre çizimi ile karşılaştırıldığında resimdeki kesik başın benzerliği açıkça görülmektedir.

















Bir diğer muhteşem resme geçelim. İspanyol ressam  Velazquez’in  ''Las Meninas'' yani “Nedimeler” isimli tablosu da tam bir bilmece. Tablo 318x276 cm boyutlarında . 1656 yılında yapılmış, Madrit’de Prado Müzesinde yer alıyor. Resmin ortasında iki yanında nedimeleri ile  5 yaşındaki Prenses Margarita Tereza  yer alıyor . Prenses resimdeki  ışık kaynağı aynı zamanda .Hemen yanlarında ise  uyumakta olan bir köpeği ayağı ile dürtükleyen bir cüce  ve akondroplazik  bir kişi  görüyoruz, muhtemelen prensesin eğlendiricileri. Arkadaki  kapıda bir kişi odadakilere bakıyor. Bu kişi  Velazquez ‘in  sarayda rakibi olarak gördüğü  Niento adlı kişi,  onu buraya, tam eşiğe yerleştirerek küçümsemiş.  Valezquez  tuvalin başında, bizim resme  baktığımız yerde bulunan bir  aynaya bakarak kendisinin ve poz verenlerin resmini yapıyor.  Bir ayrıntı da duvardaki aynada Kraliçe Mariana ve  Kral VI.Felipe’in  yansımalarının görülmesi. İhtimal ki böylece bir onursal gönderme yapıyor ressam Velazquez.



Büyük hayranlık duyduğum Bruegel’e de uğramadan geçmeyelim. Eserin adı  “Aziz Johannes,  1566 tarihli, boyutları 95 X 160 cm, ahşap üzerine yağlıboya tekniği ile yapılmış. Budapeşte’de  Museum der Bildenden Künste’de bulunuyor. Ressam kendisini töreni izleyen halk arasında arkalarda resmetmiş. 




Luca Signorelli'nin 1500 yılında başlayıp dört yılda bitirdiği Orvieto Katedrali'ndeki "Deccalin Vaazı ve İşleri" isimli olağanüstü freskinde sol alt köşede siyahlar giymiş iki centilmen dikkati çeker. Soldaki kişi ressamın kendidi sağdaki ise beraber çalıştığı bir diğer ünlü İtalyan ressam Fra Angelico'dur. 



             
                

Albert Dührer'de resimlerinde klasik AD harflerini imza olarak kullanıyorsa da  Viyana Kunsthistorische Museum'da bulunan ve 1508 yılında yapmış olduğu 99x77 cm boyutlarındaki yağlıboya resimde  gizli imzasını da yerleştirmiştir. Onbir Hristiyanın Şehit Edilmesi isimli tablonun ortasında siyahlara bürünmüş iki adam görülür. Sağdaki matem giysileri içinde Dürer. soldaki akademik kıyafetli olan ise arkadaşı Conrad Celtes'tir.









Louvre Müzesi'nde yer alan Paola Veronese'nin "Kana Düğünü" isimli tablosu oldukça dikkat çeker. 1562 de yapılan resimde gerçek damat ve gelin resmin sol alt köşesine itilmişken merkez eksende İsa ve havarileri yerleşmiştir. İsa'nın hemen altında dört müzisyen vardır. Bunlar dört Venedikli ünlü ressamlardır. Beyaz giysiler içindeki viyolensel çalan kişi ressamın kendisidir. Diğerleri ise kornet çalan Basano, keman benzeri lira de braccio çalan Tintoretto ve kontrabas çalan ise Tiziano'dur. Resim 666x990 cm'lik dev bir tuval üzerine yapılmıştır.






El Greco'nun  Toledo'da Santo Tome klisesindeki  Kont Orgaz'ın Cenazesi isimli tuval üzerine yapılmış resimde iki kişinin bakışları tuvalin dışına yönlenmiştir. Bunlardan biri sanatçının kendisidir. Diğeri ise  kuşağındaki mendilde doğum tarihi yazılı olan oğlu Jorge'dir. Sanatçı gizli imzasını kendisi ve oğlundan yana kullanmıştır. 1586 yılında yapılan resmin boyutları 460x360 cm dir.






Andrea Mantegna'nın (1431-1506) bugün Berlin Staatliche Museen'de bulunan "İsa'nın Tapınağa Sunuluşu" isimli eserinde ressam kendisini en sağda, eşi Nicolosia'yı ise en solda resmetmiştir. Resmin ön planında kucağında çocuk İsa ve tapınak rahibi, ortalarında ise Meryem'in kocası Yusuf yer almaktadır. 




Gustave Coubert 1854'de yaptığı bir tabloda kendisini sırtında resim malzemeleriyle kırda yürürken resmetmiştir. Montpellier Musee Fabre'de bulunan tablo da bu seri içinde değerlendirilebilir.




Ayrıca yine Velazquez'in  ''Breda'nın Teslimi'' tablosunda, Thomas Eakins’in “Gross Kliniği” ve “Agnew Kliniği” adlı tablolarında, , Seligman Adelbert’in ‘Billroth’un Ameliyat Odası”, Jerry Barret’in “Florance Nihgtingale” isimli tablolarında da ressamların gizli imzaları yer alıyor. Sanırım liste daha çok genişleyebilir, benim saptayabildiklerim bunlar…

Dr  Faik Çelik

12 Ağu 2014

Can Baba'yı Anmak





Geçen hafta oldukça sıcak bir gün atladım arabama  Eski Datça'ya gittim. Can Baba'nın mezarına gitmek isterdim aslında ama ölüsünden bile korkan, rahatsız olan dinci vandallar  tarafından parçalanan mezar taşı şimdi yıllarca oturduğu evin bahçesinde duruyor. Can Evi'nin bahçe kapısında manifesto gibi bir yazı asılmış Yücel ailesi tarafından. Tanıtımına çok büyük katkısı olduğu Datça'nın sakinlerine kırgınlar sanki. Mezara saldıranların beraat etmesi başka bir acıya neden olmuş onlarda. Aslında gördüğüm kadarıyla Eski Datça bir “Can Yücel turizmi” geliştirmiş, ekmeklerini onun sayesinde kazanıyorlar. Datça Belediyesi ilgileniyor mu eşi ve kızı ile, bilmiyorum doğrusu. 15 yıl önce bugün 72 yaşında ölen bu aykırı kişiliğin her şiirini severim, ama biri var ki.... Damardan !!!

MARE NOSTRUM
  
En uzun koşuysa elbet Türkiyede de Devrim,
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak...
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi...
Acıyorsam sana anam avradım olsun,
Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!

SAYGIYLA ANIYORUM ŞİİRİN KAVGACI VE KÜFÜRBAZ USTASINI








23 Tem 2014

Can Sıkıntısı


Canım sıkılıyor, canlar!
Yetmişli yılların başında, 16'lı-17'li yaşlardaydım, ülkede ağır-kara hava hakimdi, Selimiye'de Faik Türün ve avanesi, siyasi şubede Ilgız Aykutlu ve adamları, Ankara'da "makable şamil" uygulamalarıyla "Şalcı Nihat"ın işbaşında olduğu günlerdi. Delikanlılığın verdiği kanımın sıcaklığının bile soğuduğu günlerdi. Ölüm sokaklarda kol geziyor, işkence çığlıkları göklere yükseliyor, fidanlar darağaçlarında sallandırılıyordu. İlk kez umutsuzluk, çöküntü ve yılgınlığı hissettiğim yıllardı. 

Sonra "beşibiryerde"li yıllar geldi, Kenan Evren ve cuntası bir nesli yokeden ve bugünkü Türkiye'nin temelini atan faşist ortamı gerçekleştirdi. Aile babası olduğum yıllardı. Bu kez umutsuzluğumun ve yılgınlığımın çok daha hafif olduğunu, aksine direnme ve geleceğe güvenme duygumun ağır bastığını hatırlıyorum. Halbuki 12 Eylül, 12 Mart'tan çok daha vahşiydi. Umutsuzluk ve yılgınlıkla daha önce tanışmamdan olsa gerek, olumsuz duygular bende bu kez daha az etkili olmuştu. 


Sonra Çiller'li, Ağar'lı, Koman'lı günler geldi. Hani Çatlı'ların, Kırcı'ların cirit attığı, yargısız infazların yoğun bir şekilde yapıldığı, Cumartesi Anneleri'nin hergün biraz daha  kalabalıklaştığı günler. Susurluk sürecinin başlaması sonra gelişti. Orta yaşlarımı bu kötü günlerle geçirdim, sıkıldım mı? evet, üzüldüm mü? evet, ama bitti her şey demedim, aksine daha bir sakinlikle, daha bir umutla, daha bir temkinlilikle ülkemi sahiplenmeye çalıştım. 


Geldik bugünlere... "Kanun benim", "ben yaptım oldu", "bana dokunan yanar" dönemine. Paraların sıfırlanamadığı ama hukukun sıfırlandığı günlere. Kendi Frankeştayn'ını yaratıp sonra onla başa çıkmaya çalışan, hırsızlık ve yolsuzlukların kutsandığı günlere. Yaşım artık yaşlı kategorisinde, hayat tecrübem tavan yapmış durumda, emeklilik ile duru ve güzel günleri yaşayacağım günlerdeyim. Ama "canım sıkılıyor canlar", umutsuzluk ve yılgınlık illeti beynimin kapısına dayandı. Bu kez geçmişteki havadan farklı bir hava var, kara-sarı, kurşun gibi ağır bir hava. Teslim olmayacağım umutsuzluğa, yılgınlığa elbet, ama canım yanıyor, canım sıkılıyor işte...


"Ne de olsa kışın sonu bahardır,

 Bu da gelir bu da geçer ağlama."   
diyerek Aşık Daimi'nin sözleriyle noktamızı koyalım, ne de olsa her karanlığın sonu aydınlıktır.



29 Nis 2014

İstanbul’a Uygarlıkla Gelen Terör



İstanbul, kimine göre taşı toprağı altın, kimine göre ömür törpüsü, kiminin kanına bulaşan bir alışkanlık virüsü,  kiminin uykusunu kaçıran bir illet. Bu kent uygarlaştıkça güzelleşiyor diyenler de var, eskiye hasretle selam gönderen ve derin bir ah çeken de. Bu karşıtlıkları çoğaltmak mümkün, hatta kolay, ama zor olan bir şey var ki… İstanbul gittikçe yaşanması zor bir şehir oluyor.
Çok değil,  onbeş  yıl kadar önce bir terör başladı bu kentte, motosiklet terörü. Kuryeler sağınızdan solunuzdan, hele de boğaz köprüsünden hızla ve kuralsız geçmeye başladı. Yüreğimizin ağzımıza geldiği  ve bugünü de kazasız-belasız geçirdiğimize dua etmiş olduğumuz yıllardı. Sonra fast-food alışkanlığını kolaylaştıran yiyecek-yemek taşıyıcı motosikletler, bunlara bir de su taşıyıcı mopetler eklendi.
Nereden ne zaman çıkacağını, bilemezsiniz, yiyecek dağıtımındakiler hem kendileriyle hem de rakipleriyle yarış içindedirler. Neden taktıklarını kendilerinin de bilmediği başlık (kask) üstünden hem gider hem telefonla konuşurlar. Su taşıyanların 10 tane koca su şişesini nasıl yerleştirdiğini ve düşürmeden taşıdığını düşünürken önünüze atılıverirler.  Moto-kuryeler şimdilik içlerinde en zararsızları kaldı.


İşin bir de trafik kazası yönü var, oldu birine çarptınız, aslında genelde hep onlar size çarpar ya, hemen yardımsever halkımız olay mahalline yönlenir ve acilen seyyar bir mahkeme kurulur. Tabii siz arabadasınız, o zavallı küçük bir motosiklette, acilen savcı kimliğinde sayın vatandaş iddianameyi hazırlar. Zavallı küçük bir araca koca bir araçla çarpmak ! Üstelik o ekmek parası derdinde sen ise keyfindesin. İddianamede bu düşünce de yer alır. Hele bir de kadın şoförseniz zaten hüküm verilmiş gibidir. Acemi !!!  Anlatamazsınız, ki o geldi benim önüme aniden, o geldi çarptı bana ve yere düştü, o kuraldışı sürüyor, o, o, o…  Değişmez bir şey, hüküm önceden verilmiştir. İnsaflı bir yargı heyetiyse “haydi geçmiş olsun, koy cebine birkaç kuruş” kararı çıkar. Bu arada güvenlik kuvvetlerine yardımı seven bir-iki sayın vatandaşın sizi ittirip kaktırması da mümkündür. 



Son iki yıl içinde yeni bir terör dalgası geldi güzel kentimize. Hafriyat terörü. Hafriyat kamyonları karınca sürüleri gibi, her sokak, her cadde onların, otobanda sol şerit onların, sokağı istedikleri gibi işgal etme, trafiğe kapatma hakları var. Hatta geçiş üstünlüğü olduğuna inanan şöförler  tarafından  kullanılıyor çoğu. Toz-toprak ile çevreyi  kirletmelerinden söz etmek yasak, bu nedenle üstü açık gidip gelirler. Gündelikleri yaptıkları sefer sayısına bağlı olduklarından bir sefer daha fazla yapmak için her yol mubahtır onlara. Onlara yol vermek zorundasınız, zaten bir çarpsanız feleğinizi şaşırır, arabanızı zor tanırsınız, bunu bildiklerinden öncelik ve yol konusunda taviz vermezler.  Bu inşaat furyası bittiğinde bu kadar çok hafriyat kamyonu ne iş yapacak ? Bu bir başka yazı konusu.

Uygarlık güzel, güzel de,  bir de toplumda yeni  terörize edici alanlar açmasa diyorum.