Sayfalar

21 Kas 2013

Dans Eden Ayı Yavruları


 


Kartick Satyanarayan, Hindistan’da “Wildlife SOS kurucularından. Kendi ifadesine göre orta halli bir aileden gelmiş, karşılık beklemeden çalışarak dişiyle tırnağıyla hayata sıkı sıkıya sarılmış. İlk kez bir ayı yavrusunun toz toprak içinde acı sesler çıkararak sahibi tarafından nasıl acımasızca hırpalandığını gördüğünde “tamam işte bu sorun benim sorunum” demiş.

Hindistan’da 1972’de  yürürlüğe giren Yaban Hayatı Koruma Yasası ile  ayı yavrularının “kalandar” denilen ayı oynatıcıları tarafından ticaretinin yapılması ve dans ettirilmeleri yasadışı olmasına rağmen illegal  yavru satışı devam etmiş. Yavrular anneleri öldürülerek kaçırılmakta ve altı aydan önce hiçbir anestezi uygulamadan burunları delinerek kalıcı kalın bir urgan geçirilmekte ve dişleri ısırmamaları için kırılmaktaymış. Kalandar,  ipi çekerek müthiş bir acı vermek suretiyle hayvanı istediği gibi yönlendirmekteymiş.  Öksüz kalan ve doğal hayattan kopan birçok ayı için hayat ipin ucunda sonlanmaktaymış.




 

Satyanarayan cebindeki son kuruşu bu işe yatırıp duyarlı insanların desteğini alarak bir projeye başlamış, 2002 yılında Hindistan’da dans eden ayı sayısının 1200 civarında olduğunu saptayarak başlamış işe. Bulunduğu yöre Agra’da bir “ayı barınağı ve tedavi merkezi” kurmuş ve aynı yıl Noel’de ilk ayı yavrusunu polisle yaptığı baskınla kalandarların elinden kurtarmış. Barınağa getirilen ayılara ilk yapılan iş,  anestezi altında burunlarındaki ipin çıkarılması ve yaranın kapatılması oluyormuş. Son 7 yılda, 600'den fazla ayı yavrusu kalandarlar tarafından gönüllü olarak merkeze teslim edilmiş. Şu anda Hindistan’da ayı oynatıcısı ve esir ayı yavrusu kalmamış.
70’li yıllara kadar İstanbul’da da ayı oynatıcılarını görüyorduk. Kalın sopalarla ayıların canını yakarak “hadi oyna, hamamda nasıl bayıldığını göster” gibi maskaralıkları halka seyrettirip iki kuruş alıp giderlerdi, kendileri önde ekmek tekneleri arkada.  Anadolu’da daha uzun süre devam etti bu vahşet ama sanırım artık ülkemizde de kalmadı ayı oynatıcıları. Darısı köpek, horoz ve diğer hayvan döğüştürenlerin başına !
Doğanın ayrılmaz bir parçası, insanın dostu, dünyanın doğal dengesinin önemli bir unsuru olan hayvanları hayatının içine dahil eden Satyanarayan gibi nice güzel insanlarla bu dünya daha güzel, yaşam daha anlamlı...
 
 








 



 

1 Eki 2013

Hekimliğin Seyir Defteri


 
 

İnsancıl Bir Tıp ve İyi Hekimlik için…
HEKİMLİĞİN SEYİR DEFTERİ
 

“Tıp doktoru” olmak için 6 veya 7 yıllık bir tıp fakültesinde tıp eğitimi almak yeterli. Ama “hekim” olmak için yeterli mi? Yıllarını cerrahiye veren bir hekim neden böyle bir kitap yazma gereği duyar? Hekimliğin geleceği için endişelenmek mi, hekimlikle ilgili yanlış kanılara isyan etmek mi?

Faik Çelik, bu seyir defterini bir yandan tıp eğitimi alanlara, geleceğin hekimlerine meslek haritasında yollarını kolayca bulabilmeleri için bir pusula olması, öte yandan toplumun hekimleri daha iyi tanımasına aracılık etmesi arzusu ile “bilim-felsefe-sanat” üçgeni içinde kalarak, hekimlik ve tıp tarihindeki gelişmeleri ve yaşananları sorgulama ve düşündürme, bu noktaya gelene kadar verilen emekleri, çekilen sıkıntıları, ödenen bedelleri hatırlatma amacıyla kaleme aldı.

“İyi bir hekim olmak için, hekimlik sanatının iyi uygulanması gerektiğini ısrarla vurgulamaktayız, çünkü bir hekim ne kadar bilgili ve deneyimli olursa olsun, insanların, hastalarının, hasta yakınlarının duygu ve düşüncelerini anlamak, hissetmek, empati yapmak zorundadır” diyen yazarın kaleminden seyir defterinin sayfalarına düşen notlardan bazıları şunlar:

 
· Dünyaya gelen bir insan ilk çığlığınıbir hekimin elleri arasında atar, nüfus kütüğüne bir hekimin imzasıyla kaydolur, son yolculuğuna da yine bir hekimin verdiği “defin ruhsatı” ile çıkar.Felsefe bu “insanlık hallerini” sorgular.

· Tıpta bilginin yarılanma ömrü ortalama üç yıla inmişken, sorgulamayan ve kendini gidişata bırakan hekimler çok tehlikeli, robotlaşmış, sevgisiz teknisyen-hekim tipi oluştururlar.

Günümüzde doğu mistisizmini ve felsefesini öğretmeye soyunan sahte gurular veya kendilerine “yaşam koçu” unvanını bahşeden tıp doktorları tıbba en büyük zararı vermekteler.

 


 

https://www.facebook.com/pages/Deomed/147794525268670?ref=hl





30 Tem 2013

KNIDOS ve DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

 



Knidos MÖ 360 yıllarında eski yeri olan bugünkü Datça kentinden, şimdi bulunan yerleşim yerine yani  Tekir Burnu denilen yere taşınmış. Kos’tan sonra zamanının ikinci büyük tıp okulu Euryphon ve öğrencileri tarafından Knidos’ta kurulmuş. Havası ve doğal güzelliğinden dolayı “tanrılar çok yaşamasını istedikleri kullarını Knidos'a gönderirmiş” diyor yöre halkı.
 

 

Ancak kentin efsaneleşmesinin nedeni, bugün dünyada çoğu Roma devrine ait 53 kopyası olmasına rağmen orijinali bulunamamış olan çıplak Knidos Afroditi heykelidir. Heykeltıraş Praksiteles’in MÖ IV. yüzyılda yaptığı bu eserin şöhreti estetik güzelliğinin yanısıra, dünyada çıplak olarak tasarlanmış ilk tanrıça heykeli olmasından kaynaklanıyor. O tarihe kadar yalnız erkek heykelleri çıplak yapılıyormuş,  tanrıça heykellerinin ise sadece gerdan ve bir göğsü açık olurmuş. Knidos Aphrodite'nin bir eli cinsel organını kaparken diğer eli havlu tutmakta,  yani çırılçıplak, sudan yeni çıkmış olarak yapılmış.
Hikayesi şöyle: IV. yüzyılda kutsal gün Elausis Yortu’sunda çevreden gelen 20 bin kişi sahile toplanmış.  Aphrodite tapınağının rahibesi Phryne ağır ağır dalgalara doğru ilerlemiş ve elbisesinin kuşağını çözmüş. İç çamaşırları dahil tüm giysilerini teker teker çıkarıp kumsala atmış. Saçlarını açıp omuzlarına dağıtmış ve ağır adımlarla denize girmiş.  Farkındayım striptiz anlatır gibi biraz erotik oldu, ama aynen böyle olmuş. Seyredenler arasında bulunan ünlü heykeltıraş Praksiteles, bu olağanüstü güzellik karşısında büyülenmiş. İçinden “bu rahibe değil Afrodite’in ta kendisi” demiş. Bu doyumsuz güzelliği ölümsüz kılmak için heykelini yapmaya karar vermiş. Paros mermerinden yaptığı Aphrodite heykelini Knidos’lular satın almışlar, hatta daha çok paraları olmasına rağmen Kos’lular çıplaklıktan çekinmiş ve heykeli almamışlar. Knidos’ta  şimdi  kalıntıları görülebilen yuvarlak tapınağa yerleştirmişler. Heykelin hem ön hem arkadan görülebilmesi için tapınağa  iki yönde kapı açmışlar. Heykelin akibeti meçhul.



Knidos Afrodit'i Roma Dönemi kopyası, Vatikan Müzesi
 
1857 yılında İngiliz Sir Charles Newton, kraliyetin emrine verdiği bir harp gemisi, 250 tayfa, 2000 £ para ile Knidos'a gelmiş ve talan başlamış. Newton’un  kazıları, eserlerin çıkarılması ve çalınanların 212 sandıkla gemiye yüklenmesi 384 gün sürmüş. Meşhur Aslanlı mezarın aslanı da gidenler arasında, bu eserle birlikte Demeter Heykeli ve kente ait çalınan  çoğu önemli diğer eserler şimdi  British Museum'da sergileniyor.
1967-1977 yılları arasında, Amerikan Long Island Üniversitesi’nden Prof  Iris Cornelia Love  isimli bir sözde bilim insanı gelmiş, her yıl 200 işçi çalıştırarak Knidos'u kazmış,  hem de köstebekler gibi. Neyseki kazı ruhsatı açıklanmayan bir sebepten iptal edilmiş ve gitmiş. Ama bugün içimizi acıtan mezar gibi çukurlar, tarlaya köstebek girmiş gibi manzaralar bu hanımın eseridir. Aphrodite Heykelini bulabilmek için, bilim değil hırs ve şöhret için  bu rezil görüntüyü ortaya koymuş ve  çekip gitmiştir.

Newton "Aslan Heykelini gemiye yüklüyor
 
Datça İlçesi'nde yer alan 2 bin 600 yıllık Knidos Antik Kenti'nde 1988’den beri devam eden kazı çalışmalarının 2008’de durdurulmuş olduğunu öğrendik. Selçuk Üniversite’sinden olan  Türk kazı ekibine Kültür Bakanlığı tarafından ciddi suçlamaların olduğu bir dava açılmış ve adli süreç devam ediyormuş.  Böyle muhteşem bir kültürel ve tarihi mirasa sahip olup da onu fütursuzca harcamak  çok üzücü gerçekten. Bu konudaki düşüncelerimi daha önce de yazmıştım (Anadolu Sahipsiz Yurdum. http://argoscelik.blogspot.com/2012/08/anadolu-sahipsiz-yurdum.html )
Kalıntılarda hemen göze çarpan talan, dağınıklık ve umursamazlık insanı derinden yaralıyor. Buralarda bir zamanlar çarşıların, kiliselerin, tapınakların olduğunu, düşünürlerin, sanatçıların hekimlerin dolaştığını düşününce   bu kadar büyük boyutta bir tahribatı yapanları da yaptıranları da lanetlemekten başka birşey gelmiyor elimden.  Antik kenti ortaya çıkarma adına yapılan soygun bence halen de devam ediyor. Çünkü sayısız çanak çömlek parçası etrafa saçılmış durumda, istediğini al git, kimsenin umurunda değil, zaten  Knidos’u görmeye gelenlerin ellerine ne geçerse hatıra olarak  alıp götürdüklerini bilmeyen yok.

Solda Akdeniz, sağda Ege, manzara şahane, kalıntıların segilendiği alan bahane
 
Büyük limanın hemen yanı başındaki 5 bin kişilik tiyatrosu günümüze kadar gelen Knidos'un, 20 bin kişilik büyük tiyatrosunun mermerlerinin bir bölümü İstanbul Dolmabahçe sarayında, bir bölümü ise 1830 yılında gemilerle Mısır'a götürülerek Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın Kahire'de yaptırdığı sarayda kullanıldığını öğrenince kan tepeme sıçradı. Zaten gezi alanında soluklanacak, nefes alacak, gölgeli hiçbir yer yok.
İki yamaç üzerine kurulan antik kent, biri ege, diğeri akdeniz'de yer alan iki koy ile muhteşem bir panoramaya sahip. Gezi yeri özensiz ve bakımsız, yollar keçi yolu gibi, zaten yolda sizi keçiler karşılıyor  hatta rehberlik ediyor. Resimde görüldüğü gibi keçiler bize yol gösterdi. Eserlerin sergilendiği alan açık hava hapishanesi gibi. Küçük bir dükkancıkta Türkçe Knidos tanıtım kitabı bulunmuyor, sadece Almanca var. Kapıdan girerken 8’erden 16 lira verirken katkım olduğu için sevinmiştim, çıkarken bu parayı helal etmedim. Her şeye rağmen Knidos bizim, Knidos Anadolu’nun, Knidos geçmiş kültür ve tarihimizin bir parçası. Gidin ve görün, belki siz de iki satır yazarsınız, bu konuda bilinç oluşturulmasına katkıda bulunursunuz.

Konuksever çağdaş KNİDOS Keçisi

Knidos'un rehber keçileri bize yol gösteriyor

29 Tem 2013

DATÇA VE SOKAK KÖPEKLERİ



Datça denilince akla sakin yaşantısı ve  rüzgarı ile şirin bir deniz kasabası, bir tatil beldesi akla geliyor, bir de burada son 15 yılını geçirip Datça’yı kendisine cennet mekan eyleyen Can Yücel tabii ki. Biraz ilgi duyarsanız bu yöreye bademini, kekiğini, bakir koylarını ve  Knidos antik kenti harabelerini de hemen  hafızanıza kaydedersiniz. Gerçekten belki ulaşım sorunundan, belki  de  gürültüden uzak ve gece hayatı olmayan bir dinlenme yeri  olmasından dolayı henüz yapısal görüntüsüyle, yaşantısıyla özgün yapısını kaybetmemiş bir yer Datça. Yapılaşmamış kıyıları, halka açık upuzun sahilleri, tertemiz bir denizi  ile insanı sarıveren bir ilçe. Halkı konuksever ve güleryüzlü, gelenleri  kandırmak yerine memnun etmek ilkesine özen gösteren bir halk, para kazanma hırsları yüksek değil,  bir de konuşmalarını anlayabilsem… Antik Karya lisanının sert ve kaba etkisinin  yöre insanının konuşmasına yansıdığını iddia eden bilim insanları var.  Malum buralar önce Karya’lılar, sonra Dor’lar, Pers’ler ve diğer Anadolu Devletlerinin egemenliğinde kalmış. Karya lisanının henüz çözümlenememiş az sayıdaki Anadolu dillerinden birisi olduğunu bir dip not olarak belirtelim. Havası muhteşem, nem yok denecek kadar az, rüzgarı bazen İzmir meltem rüzgarını andırıyor, her daim insanı rahatlatıyor. Datça hakkında turizme ilişkin ayrıntılı tanıtımlara, yukarıda yazdıklarıma benzer bilgilere kolayca ulaşılabilir. Ben Datça’nın pek yazılmayan bir özelliğine vurgu yapmak istiyorum, sokak köpeklerine.



Datça sokak köpekleri için bir cennet, özgürce dolaşıyorlar, halk onlara karşı çok sevecen, adeta içlerinden biri gibi davranıyorlar. Ne taş atan var, ne hoşt  çeken.  Renk renk , boy boy köpekler sokaklarda, sahilde  bir baştan bir başa dolaşıyorlar. Aralarında “cins köpek” denilen pet shoplarda satılan veya  evde bakılan köpekler de azımsanmayacak sayıda yer alıyor. Yaz için gelen vicdansız ve düşüncesiz insanların beraberinde getirdikleri ancak giderken bıraktıkları köpekler bu grubu oluşturuyor. İlk dikkati çeken hepsinin sosyal yaşama uyumları, çok beyefendiler, çok hanımefendiler, arsızlıkları yok, havlamaları yok, sahilde uyuyorlar, sokakta piyasa yapıyorlar, istenmediklerini anladıklarında başka yöne gidiyorlar, insanlarla birlikte yürüyorlar, hatta denize giriyorlar. Gerçi bazı titiz vatandaşlar “mavi bayraklı plajlarda” bu durumu protesto ediyor gibi olsalar da sayıları çok azınlıkta kalıyor. Hem plajlarda mavi bayrak bulunmasının kriterleri arasında köpeklerin denize girmemesi diye bir durum da yok zaten. Köpeklerin adları kulak numaraları, örneğin  biz köpek 156 ile çok dost olduk, bazılarının özel adı da var, “Kont, Badem” gibi. Belediye’nin sokak köpeklerini kısırlaştırma ve onları doğanın bir parçası olarak kabul etme konusunda başarılı olduğu açık.


Datça’da köpeklere karşı bir “pozitif ayrımcılık” seziliyor, en azından kedilere karşı. Kışın yiyecek bulamayanların telef olduklarını duymak üzücü, daha çok bırakılan köpekler bu üzücü sona uğruyorlarmış. Ancak yaz dönemi sayılan Mayıs-Kasım arasında sekiz ay çok keyifli oldukları anlatılıyor.   Bütün bu gördüklerim ve duyduklarımdan  sonra İstanbul’daki sokak köpeklerini düşündüm. Hani , Mark Twain’in 1867’de İstanbul’u ziyareti sırasında yazdığı “ hayatımda hiç bu kadar kalbi kırık ve mahzun bakışlı sokak köpekleri görmedim” dediği köpekleri. Hani,  II. Meşrutiyet’ten sonra insanlara verilen  birazcık özgürlüğün  kendilerinden çalınmış olduğu sokak köpekleri.  Ne mi demek istiyorum ? 1910 yılında 80 bin sokak köpeğinin ölüme gönderilmek üzere Hayırsızada’ya sürgün edilmelerinden bahsediyorum.  Açlıktan ve susuzluktan ölen, bilinçlerini kaybederek birbirlerini yedikleri, inlemelerinin İstanbul sahillerinden bile duyulduğu katledilen o güzelim köpeklerden bahsediyorum. Zehirli etlerle öldürülen, pompalı tüfekle vurulan,  hatta üzerlerine benzin dökülerek yakılan Hayırsızada katliamından farksız  bir sonla karşılaşan günümüz sokak köpeklerinden bahsediyorum.  Halen çok kötü koşullarda bile olsa barınaklarda yaşayan, bir sahip bekleyen, en azından zehirlenerek öldürülme riskinden uzak olan köpekler için neredeyse şükür duasına çıktığım sokak köpeklerinden bahsediyorum.


İnanın biraz vakit ayırıp biraz sevgi verin size direnecek hiçbir sokak köpeği bulamazsınız. Başlarını okşamanız yeter, sevgiyle bakın, yumuşak bir sesle çağırın, onlar sizin artık ilelebet dostunuz olur. Köpek sevgisinin anlayışa ve hoşgörüye karıştığı Datça hem doğası  hem de doğa dostlarıyla ayrıcalıklı bir yer. Sahilde köpek 156’yı görürseniz benim için de kafasını okşayın…






26 May 2013

BRUEGEL ve "Körler Meseli"




Çok farklı, özel, öğretici ve tuhaf  tablolar  yapan bir sanatçının Bruegel’in bir başka tablosunu inceleyelim. Dutch dilinde *Die Parabel von den Blinden*(Alm. Der Blindensturz, İng.  The Blind Leading the Blind) olan “Körler Meseli” 1568'de tuval üzerine yağlıboya ile çizilmiş bir tablodur. 86 x 154 cm. boyutlarındaki orijinal tablo, Napoli'deki National Museum of Capodimonte’dedir. 118 x 168 cm boyutlarında ahşap üzerine yağlıboya ile çizilmiş olan kopyası ise Paris'te Louvre'dadır. Yaşlı Pieter Bruegel (1525-1569), en önemli resimlerini 44 yıllık yaşamının son yıllarında yapmıştır, “Körler Meseli” ölümünden az evvel bitirdiği bir resmidir. “Mesel” içinde hakikat payı olan, ifade edilmek istenileni benzetme veya kıyaslamayla anlatan sözdür, bir çeşit hikaye  veya atasözüdür. 

Bizzat Bruegel'in de ifade ettiği gibi, tablonun Matta İncili'nin 15. bölümü'nde İsa’nın, Ferisi’ler hakkında söylediği: "Bırakın onları; onlar, körlerin kör kılavuzlarıdır. Eğer kör köre kılavuzluk ederse, her ikisi de çukura düşer" sözünden ilham alınarak yapılmıştır. Ferisi’ler İsa’nın doğumuna yakın zamanlarda yaşayan Yahudi topluluklarından birisidir.




En öndeki kör aynı zamanda kılavuzdur, ancak  takılmış ve yere düşmüştür. Kör olduklarından arkadakilerin de akıbeti aynı olacaktır. Yani  “dramatik son” kaçınılmazdır. Körler ya ellerini birbirinin omuzuna atmış veya bir sopa vasıtasıyla temaslarını koparmıyorlar.  Rehber olan birinci kör adam tamamen   sırt üstü düşmüşken,  ikinci kör adam da ona takılıp  üzerine düşmek üzeredir. Yüzünde korku vardır, ağzı açıktır, belki de bağırmaktadır. Üçüncü kör adam da korku içinde ve çok tedirgin görünümdedir. İlk düşen adamın çığlığı ve uyarısıyla  muhtemelen dördüncü adam,  kör olmasına rağmen gökten yardım istercesine gökyüzüne  bakıyor. Son iki adam sakin, onların kötü akibete uğramamak için zamanları  ve sopa ile dayanışmaları var.
Körlerin körlük nedenleri de farklıdır. İlk körün gözleri  görülmüyor, beşinci körün gözleri de şapka altında kalmış. İspanya’dan E. Santos-Bueso’ya  göre ikinci körün iki gözü de yerinden çıkarılmıştır (bilateral enükleasyon), ya savaşta kaybedince soylular tarafından  ceza olarak iki gözün çıkartılmasıyla  veya herhangi bir kaza ile travma sonucu oluşması mümkündür. Üçüncü körün sağ gözü ile dördüncü körün iki gözünde kornea lökomu (beyaz leke) ve fitizis bulbi görülmektedir, gözün ileri derecede büzüşmesi ve küçülmesi, şiddetli göz iltihaplanmalarında olur.  Altıncı körde ise ilerlemiş hipermatür katarakt görülmektedir, göz gümüş rengidir,  genelde senil (yaşlılık) katarakta olur.


        ikinci kör

üçüncü kör
dördüncü kör
 
altıncı kör

Bruegel'in resimlerinde ince bir mizah duygusu olmasına rağmen sert bir gerçeklik baskındır. Zıtlıklarla bu gerçekliği sağlar, iyi-kötü, asil-rezil gibi. Resimlerindeki tarihsel ve sosyolojik anlatımları  birer sanatsal şölene  dönüşür. Bruegel duyarlı bir sanatçıdır ülkesinin İspanya tarafından istilası onu derinden etkilemiştir. Halkının kaybettiği özgürlüğünü, öldürülen insanlarını, sert ve gerçekçi olarak resmetmiştir. Halen ona ait olan  eserleri dışında çoğu istila dönemine ait olmak üzere bir çok eserini ölmeden önce karısına yaktırdığı ileri sürülmektedir.

Son  yıllarda yaşadıklarımız ile çok yakından ilgili bulduğum bu resmi anlatmaya çalıştım. Bazen  toplumun bütününü de kaçınılmaz bir biçimde geri dönüşsüz noktaya doğru götürecek gözü kör olmasa da vicdanı ve aklı kör kılavuzlar  tarih sahnelerinde görülmüştür. İşte Franco, işte Hitler, işte Stalin, işte Pinochet…


Dr Faik Çelik 

18 Nis 2013

BRUEGEL ve "Hollanda Atasözleri"



Daha önce Pieter Bruegel ile ilgili yazdığım yazılarda  Çocuk Oyunları”, “Köy Düğünü”, “İkarus’un Düşüşü” tablolarından ayrıntılarıyla bahsetmiştim. Bu yazımda onun bir başka müthiş eseri  Nederlandse Spreekwoorden   yani “ Hollanda Atasözleri ” isimli tablosunu anlatmaya çalışacağım. Bu tablo  Dutch ressam tarafından 1559'da meşe pano üzerine yağlıboya ile yapılmış ve  Hollanda’ya ait atasözlerini resmeden bir tablodur. Berlin Devlet Müzesi’nde sergilenmekte olup  117x163 cm  boyutlarındadır. Resim, birçok atasözüne yapılmış olan göndermelerle doludur. Bunların büyük bir bölümü halen kullanılmakta olup diğerleri  o dönemde kullanıldığı bilinen atasözleridir ve  unutulmuştur. Bruegel  bu tablosunda sadece atasözlerini bir araya getirmeyi amaçlamamış, aynı zamanda insanların akılsızlığını, aptallığını ve ahmaklığını da vurgulamıştır. Resimdeki pek çok insan figürü, Brueghel'in tablolarında akılsızlığı ifade etmek için kullanılan boş boş bakan aptal yüz ifadesine sahiptir.
Tabloya ressamın verdiği isim Mavi Pelerin’dir. Bu isim tablonun ortasında karısı tarafından mavi bir pelerin giydirilen adamdan kaynaklanır. Burada, eşini aldatan kadınlar için kullanılan “kocasına mavi pelerin giydirmek “deyimi resimlenmiştir.

 

Tabloda 120 atasözü veya deyim  100  farklı sahnede (resimde) tanımlanmıştır. Bu atasözü ve deyimlerin  resim içinde birbirleriyle bir bütünlüğü olmamakla birlikte resmin tümüne bakıldığında bütünlüğü bozan bir aykırılık görülmemektedir. Resim Bruegel’in diğer eserlerindeki gibi sanki bir flaman köyündeki yaşamı anlatır gibidir. Resimde kullanılan atasözü ve deyimlerin bazılarını detay resimleriyle  inceleyelim:



Bir elinde ateş  bir elinde su taşımak:  İkiyüzlü davranmak, ikili oynamak



Çatısının kiremitlerini turtadan yapmak: Görmemişlik, zenginliği hazmedememek

 

Arkası ateş almak : Poposu tutuşmak, telaşlanmak

 


Pelerinini rüzgara göre asmak : Rüzgar nereden eserse ona göre davranmak

 
 
Büyük balık küçük balığı yutar :  aynı sözü bizler de kullanıyoruz
 

Darağacına pislemek: Korkmamak, ” serçeden korkan darı ekmez



Bir somundan diğerine zor uzanmak : İki yakasını bir araya getirememek
 

İsa'nın yüzüne sahte sakal takmak: Takiye yapmak, hileyi dindarlık kisvesiyle gizlemek

 

Kafasını tuğlaya vurmak:  İmkansızı başarmaya çalışmak.  Bizde kullanılan ve pişmanlık ifade eden ”kafasını taşlara vurmaktan” farklı anlamdadır
Gümüş tabak içi boşsa faydasızdır:  Güzellik tek başına bir işe yaramaz
 

Sıcak kömüre oturmak:  Sabırsızlık  ve acelecilik zararlıdır, “acele eden ecele gider

Ahmağı sabunsuz traş  etmek : Birini kandırmak, “insanı kendisi kadar kimse kandıramaz
 

Lapasını yere döken, hepsini toplayamaz : “Olmuş ile ölmüşün ardından ağlanmaz” ve "kendi düşen ağlamaz"
 

Aya işemek: Boş yere çaba sarfetmek, akıntıya kürek çekmek
 

Bruegel birçok yapıtında olduğu gibi bu eserinde de güncel olaylarla ilgili iğnelemeler yapmış, onları simgesel bir biçimde aktarmıştır,  “doğruluk” ve “kötülük” ve “cahillik” kavramlarını alegorik olarak anlatma yolunu seçmiştir. Meslektaşlarının para karşılığı kiliseye bol yaldızlı, parlak dini resimler yaptığı ya da feodal yapının görgüsüz zenginlerinin ve aristokratlarının şatafatlarını göstermek için ısmarlama resim yaptırdığı  bir dönemde, Hollanda'nın günlük köy ve kır yaşamını bilgece  anlatan resimler yapan bu adamın önünde şapka çıkarmak gerekir.


Dr Faik Çelik





16 Nis 2013

ERGUVAN


 
Erguvan (Cercis siliquastrum) yaprak döken, küçük ağaçlar sınıfından bir bitkidir. Çiçekleri 1,5-2 cm uzunluğunda kendi ismiyle anılan özel bir renktedir, zaten “erguvan”  Farsça bir renk ismidir. İstanbullu’lar için erguvan demek İstanbul Boğazı ve tez geçen bahar demektir. Nisan sonu ile Mayıs başında yalnızca bir kaç hafta gibi kısa bir süre için  mor-pembe karışımı  kendine özgü bir  renkte çiçekleri açar, baharın müjdecisi kabul edilir. Prof. Dr. Faik Yaltırık bu ağaç hakkında bakın neler söyler: "Boğaziçi’nin süs ağacı erguvan, baharın geldiğini müjdelemek için sabırsızdır. Daha yapraklanmadan son derece cömertçe çiçek tohumlarını açıverir... Erguvan, güzelliğinden habersiz, kor dudaklı bir köy güzeli gibidir ve onun kadar da kanaatkardır".

İngilizce’de  erguvana “Judas Tree denir, Hristiyan inanışına göre  İsa'ya  ihanet eden Havari Yahuda kendini bu ağaca asmıştır. Söylenceye  göre  bu olaydan sonra önceleri beyaz olan erguvanın çiçekleri utançtan şimdiki orijinal rengine dönmüştür. Hristiyan’lığın ve Bizans’ın önemli simgelerindendir. . Erguvan İmparatorluğun resmî rengiydi. Bizans hükümdarlarının kıyafetlerinde kullanılan bir renktir. İmparator dışında hiç kimse erguvan renkli  pelerin giymezdi.  İmparatorlar Erguvan Sarayı’nın Erguvan Odası’nda doğardı.

Erguvan ilginç bir şekilde tıpta hiç kullanılmamaktadır, kayıtlarda erguvanın şifa verici yönü olduğuna dair hiç bir bilgi yoktur. Buna karşılık edebiyatta çok sık karşımıza çıkar. “Erguvan Ağacı”, Cronin’in  (1896-1981) en ünlü romanlarından birisidir. Romanın sonunda, gün ağarırken, bahçedeki erguvan ağacında Yahuda gibi kendini asmış bir kişinin  siluetini  görürüz. Cronin’in tıp doktorudur, Birinci Dünya Savaşı’nda  cerrah olarak görev yapmış, sağlık nedenleriyle mesleği bırakınca yazarlığa başlamıştır.

 
William S. Davis'in “Erguvan Güzeli” adlı romanı Bizans İmparatoru Leon ile Antusa arasındaki büyük aşkı anlatır. Oya Baydar’ın  Erguvan Kapısı” 12 Eylül romanlarından birisidir. Hilmi Yavuz’un bir şiir kitabının adı da “Erguvan Sözler”dir.  Jülide Ergüder ise “Erguvanı Uğurlarken” adlı kitabında “herkesin bir erguvanı olmalı” der.
Beklerim fecrini leylaklar açan nisanın,
Özlerim vaktini dağ dağ kızaran erguvanın

Yahya Kemal’in bu dizelerine, şu karşılığı vermekte Can Yücel:
Mosmor olmuş gülyazısı bedenin
düşmüş sanki erguvanlar içinde”

Necati Cumalı’nın dizeleri ;
bir erguvanlar vardı
pembe mi desem deli mi desem
bu ümit olmasa içimde
buralarda bir gün beklemem

Orhan VeliAve Maria” adlı şiirinde şöyle seslenir;
ve gemisinde Kleopatra
neden yine kaynaştı havalar
saadet mi getiriyor rüzgâr
dolarak erguvan atlaslara

Hilmi Yavuz’un dizeleri;

Kim bilir ki dün’dür, ölgündür kalbimiz
Yollarsa her zaman biraz küskündür
Yokuşlarda ve inişlerde...
Zamandır seni sardığım kumaş
Bekledin örtünsün ki yavaş yavaş..
Erguvandın, kayboldun dile gelişlerde.

  Aynalar ve Zaman “ şiirinden

erguvanlar geçip gittiler bahçelerden
geriye sadece erguvanlar kaldı”


Günümüz şairlerinden Şükrü Erbaş erguvanı şiirinde şöyle kullanıyor:

Eflatun esintiler içinde titredi incecik
Aynı içten kokuyla iki ayrı erguvan
Birisi bir küçük evin içe dönük bahçesinde
Süsledi sevgisini iki pembe avucun
Öbürü bir mezar başında öksüz

döktü rengini sessizce

Bir de Edip Cansever’e kulak verelim
sevginin çoğul oğlu
senin ülkende yalnız bütün özlemler
bilirim yalnız orda, içtenlik, erinç, coşku
bayrağındaki bir tek çiçekli dalla
orada uçsuz bucaksız
olanca görkemiyle erguvan imparatorluğu   

   
Adalet Ağaoğlu  "Erguvan Fısıltıları" başlıklı yazısında şunları yazar: "Marmara’da, Boğaz’ın sularında gün batımlarının ayak izleri hala erguvandır. Şeker pembeliklerinden portakal kızıllıklarına alacalanan renk cümbüşü... Bir zamanlar bu kıyıların yoğun yeşilliklerine, uzaklarda kat kat açılan sabahın mavi sisine vurup durmuş mor alacası da erguvan şenliğiyle tanımlanır..."

Gülden sonra bayramı yapılacak çiçek varsa o da erguvandır" der Ahmet Hamdi Tanpınar Beş Şehir” adlı kitabında

Ezginin Günlüğü grubu, “Dargın mıyız?” adlı şarkılarında şöyle mırıldanırlar;

“durdun öyle karşımda mahzun
bana çok uzaklardan baktın
her bahar erguvanlar içinde yaşardık
bu bahar erguvan görmedik”