Sayfalar

22 Şub 2018

Bir Cerrahın Filozof Halleri: Tanrı Hekimden Standart Hekime*










 “Talihli Bir Adam (bir köy doktorunun hikayesi)”  kitabında bahsedildiği  gibi insanlar arasında özelleşen ilk insandır hekim. Doğum ve ölümün  tanığıdır, her doğum ve ölümde  yaşamın kıymetini en gerçek bilen olmakla özdeştir . Dünyaya gelen bir insan ilk çığlığını bir hekimin elleri arasında atar, nüfus kütüğüne bir hekimin imzasıyla kaydolur, son yolculuğuna da yine bir hekimin verdiği  “defin ruhsatı” ile çıkar. Felsefe bu “insanlık hallerini” sorgular. Hekim özel bir insan olarak kabul edilmiştir tarih boyunca,  cerrahlar ise kendilerini daha bir özel kabul ederler, neredeyse ilk çağların “tanrı hekim” kavramının kendi  içlerinde var olduğunu  görürler,  zaten  hekimleri  “cerrahlar” ve “diğerleri” diye iki sınıfa ayırmaları  tam da bu nedenledir.
Genel bir değerlendirmeyle cerrahların büyük bir çoğunluğu  narsisistik kişiliktedir kanımca. Yani kişinin kendisini aşırı beğenmesi, kendisine hayranlık duyması,  hatta uç bir yaklaşımla kişinin kendisine âşık olması olarak kısaca tanımlanan kişilik hali.  Cerrah olmayı hedefleyen  kişiler hep önde  ve hep  gözde olmak isteyen, başkalarının düşünce ya da isteklerine yeterince ilgi göstermeyen,  her zaman saygı görmeyi bekleyen, başarı ve yeteneklerini abartan, övgü ile beslenen ve  kendilerinin çok önemli, çok özel  ve  vazgeçilemez olduklarına inanan kişilerdir, yani bir çeşit tanrı hekimdirler. İstisnalar kaideyi bozmaz tabii ki. Bu saptamayı daha geniş boyutlarıyla inceleyelim.




Tarih öncesi çağlarda insanların yaşam ve talihlerini etkilediği düşünüldüğünden, yıldızlara, güneş, ay ve doğa olaylarına “tanrılık”  yakıştırılıyordu. Bu bağlamda hastalıkların iyileştirilmesinde de tanrılara yakın olan  kişilerin yetkin oldukları düşünülmekte ve onlar da tanrı olarak kabul edilmekteydi. Örneğin Mısır mitolojisinde her ne kadar bir çok tanrının, sağlığı koruyucu ve iyileştirici özelliklerinden bahsedilmiş olsa da, MÖ 2800 yıllarında yaşamış olan  İmhotep’in  ilk tanrı hekim olduğu kabul edilir.  Eski Yunanistan’da da hekimlerin tanrı soyundan geldiğine inanılmış ve bu hekimler sağlık ve şifa tanrıları adına yapılan tapınaklarda mesleklerini icra etmişlerdi. Bunların en bilineni Aesculapius’dur.  MÖ 1200’lerde yaşadığı sanılan Aesculapius  “tanrı hekim” olarak kabul edilmiştir. Din kurumsallaşmaya başlayınca tıp da tapınaklara taşınmıştır. Zaten tıp ve din tarihi, kişinin kötü güçlere karşı korunmasını hedeflediklerinden  her zaman iç içe olmuşlardır.




Hekimliğin ve tıbbın babası kabul edilen Hipokrat da (Hippocrates) tanrı soyundan gelmektedir. Ancak çağdaşı Sokrat’tan (Socrates) etkilenen Hipokrat, tanrıların etkisi altında kalmayarak bilimsel bir yol izlemiş, tıbbı tapınaklardan yeryüzüne indirmiştir.  Hekimlik ayrışmaya ve özelleşmeye başladıkça, cerrahi  ile ilgilenen hekimler de  farklılaşmış ve  genel  “tanrı hekim” kavramı yavaş yavaş cerrahi ile uğraşan hekimlere yani cerrahlara doğru kaymıştır.
MS I. yüzyılda, Roma’da   Cornelius Celsus,  “De re medica (de medicina)”  adlı latince yazılmış ilk bilimsel tıp çalışması olan eserinde hastalıkları diyetle, ilaçla ve cerrahi müdahale ile iyileşenler olarak sistematize etmiştir. Celsus  bu çalışmasında VII. bölümde ideal bir cerrahı şöyle tanımlar “bir cerrah genç olmalı ya da yaşlılıktan çok gençliğe yakın olmalıdır, elleri güçlü ve sağlam olup asla titrememelidir. Sol elini de en az sağ eli kadar iyi kullanmalı, gözleri keskin, ruhu cesur olmalı, hastasını iyileştirmeyi isteyecek kadar merhametli olmalı ama onun haykırışlarına bakıp çok hızlı ya da gereğinden az kesmemelidir, bütün çığlıklar onun duygularını hiç etkilemiyormuş gibi işi neyi gerektiriyorsa onu yapmalıdır” . Buradan çıkan sonucun,  cerrah hekimin, standart hekimden daha özel niteliklere sahip  olduğu açıktır.
MS 3. ile 5. yüzyıllar arasında Roma İmparatorluğu’nun zayıflaması buna karşın Roma kiliselerinin güçlenmesi döneminde “ inancın”  tıbbı esir aldığını görmekteyiz. Bu dönemde kiliseler şifa ve tıp merkezleri, keşişler ise şifalı ilaç listelerine sahip kişilerdi.  MS  5. ve 9. yüzyıllar arası “karanlık çağ” olarak adlandırılır, bu dönemde de mistisizm tıbba hakimdi.  Avrupa’da tıp, kilisenin etkisinde kaldığından, rahiplerin cerrahi ve jinekolojik vakaları tedavi etmeleri uygun görülmemekteydi, bu tip vakaları rahip-hekimler yerine “berber-cerrahlar”  veya ebeler sahipleniyordu.  Cerrahinin uğraş  alanı  kan, balgam, irin gibi pis ve kötü maddelerle uğraşılan bir alan, dolayısıyla cerrahi ile uğraşanlar da ikinci sınıf hekim olarak değerlendiriliyordu. Bu dönemde dahi cerrah,  tanrı olmasa da “yarı tanrı hekim” olarak görülüyorlardı. Bu hekimlere en iyi iki örnek, Ambroise Pare ve  Fransa Kralı 14. Louis’nin hekimi berber-cerrah Felix’dir.  XI.  yüzyılın  sonunda cerrahlar kendi loncalarını kurmaya başladılar. Ancak bunlarla birlikte daha da az eğitim görmüş cerrahlar yani berberler de faaliyetteydiler.  İngiltere’de berberler ve cerrahlar loncası XIV. yüzyılda birleşti ve 1540’da yapılan bir anlaşma ile cerrahlar berberlik yapmama ve berberler de yaptıkları cerrahinin diş hekimliği konusunda sınırlı kalması  konusunda  anlaştılar. Berber-cerrahlar XVIII. yüzyılın sonlarına kadar tıpta önemli bir gerçek olarak kaldılar. Ortaçağ tıp metinlerinde iki kavram net olarak ayrılmıştı; hekim  için “tıpçı”, cerrah için “yetkin, işin ehli” tanımları yapılmıştı.



İnsanın yapısal özelliğini de dikkate alan Aristoteles, bilgiyi, nesnesine ve amacına göre üçe ayırır: Praktike (pratik bilim), tümüyle eylemlerle ilgilidir, bu bağlamda, insanın iyiyi isteyen bir varlık oluşu temele alınmıştır ve bu bilgi, eylemin bilgisidir. Poietike (poetik bilim) sanatın bilgisidir, burada yaratıcılık ve amacı dışarda olan bir eylem  biçimi vardır. Teoretike (teorik bilim), burada ise her türlü var olanın kuramsal biçimde ele alınışı söz konusudur. Bir özne olarak hekim ya da doktorun, ürettiği ve/veya kullandığı bilgiler, Aristoteles’in yukarıda gösterilen bilgi türlerinden sadece birine değil, hepsine girmektedir. Bu bilgiler, bilgiyi üretme ve kullanma sürecinde, pratik, poetik ve teorik niteliğiyle ortaya çıkmaktadır. Hekim aynı zamanda bir sanatçı gibidir; techne’nin, sanatın uygulayıcısıdır ve kendinden istenilen ve beklenilen, bilgilerini yaratıcı, dönüştürücü, üretici bir anlayışla kullanmasıdır. Bu düşünceler cerrahları daha da çok bağlamaktadır. Latincede “cerrah”, chirurgus olarak bilinir. Köken  chir , Eski Yunanca’daki  kheir ( el ) ve urgus ise ergon (iş) ‘dan geliyor.  Böylece “chirurgus”, el-işi-gören, yaptığını elleriyle gerçekleştiren kişi anlamına geliyor. Kuram ile eylemin ortaklaşa yapıp yaratmasıdır diyor  “ameliyat”  için Nermi  Uygur. Gerçekten de cerrah bir sanatçı titizliğiyle amacına ulaşmaya çalışır, kuşkusuz cerrahi yalnızca el becerisine dayanmaz .


Tıbbın  “bilgi ve beceriler bütününden oluşan” bir sanat olduğunu belirttik. Ancak tıp içinde cerrahiyi  etkileyici  ve gizemli kılan ise bilimin yanı sıra sanat yönünün çok yüksek seviyede olmasıdır. Cerrahinin kendine özgü bir felsefesi vardır, bu felsefe cerrahi anlayışının da özüdür. Çünkü insan vücudunu kesmek-dikmek gibi vücut bütünlüğüne yönelik bir eylemi yapma hakkının sadece kendilerine tanınmış olduğunu bilen cerrahlar her ne kadar mesleki  eylemlerinin  yasalarla sınırlanmış olduğunu  bilseler de, bu ayrıcalıklarının kendilerine verdiği  özgüveni ve yaratıcı yani sanatçı yönünü daima hissettirmektedirler.  Antik Hindistan’da ünlü hekim  Susruta  MÖ 400’de kitabında şöyle demiştir “hekimlik  iyileştirme sanatının  ilk ve en yüksekte duran bölümüdür, iç bütünlüğü olan, cennetin işleyen bir parçası ve yer yüzündeki şöhretin ta kendisidir”.  Susruta  devam etmekte  "cerrahi, bir kanadı bilim, bir kanadı sanat olan bir kuşa benzer, kanatlarından biri olmazsa uçamaz" demektedir. Büyük cerrah, entelektüel lider, örnek hoca  Prof Dr Hüsnü Göksel’in  bir konferansta söylediği  şu sözler çağımızda da cerrahinin farklı bir yerde değerlendirildiğini göstermektedir.  “Bilim ve sanattır cerrahi dedik. Bilimin itici gücü akıl, sanatın itici gücü duygudur. Cerrahi bu iki gücün dengede olmasını gerektirir. Bu denge bir kişilik oluşturur. Cerrahın kişiliğidir bu. Bitmeyen bir öğrenciliğin, güzel sanatla güzelleştiği, sabırlı, merhametli, yeniliklere açık, yenilikler araştıran, hümanist bir kişilik” .  Görüldüğü gibi cerrahlar  tanrı hekimden standart hekime  evrilmede yüzyılımızda da ayak diremektedir.
Kabul etmeliyiz ki cerrahlarda diğer hekimlere göre bir farklılık vardır. Hekimler arasında “dogmaya” en çok eğilim gösteren grup cerrahlardır, çünkü tıpta kesinliğe ve dolayısıyla eylemlerinde kesinliğin gerekliliğine inanırlar. Cerrahide kararsızlığa yer yoktur, bu nedenle karar doğru da olsa yanlış da olsa verilir, işte bu kesinlik ve keskinlik zaman zaman cerrahi felsefeyi sorgulatmaktadır.  Ancak  cerrahi bilgi ve beceriler, binlerce yıldan beri nice hekim ve cerrahın gözlemlerinden  ve deneyimlerinden süzülüp gelmiştir  ve bu böylece sürüp gidecektir de. Bu süreç  tıp kitapları ve öğretim araçlarıyla veya  doğrudan doğruya pratik olarak  usta-çırak ilişkileri içinde nesilden nesile  aktarılmıştır. Cerrahi felsefede iyi bir cerrah olmak için çalışkan ve dayanıklı, esnek ve uyum sağlama yetenekli, merhametli ve tevazu sahibi ve kararlı  olmak ön koşullardır.
Cerrah İbrahim tarafından on beşinci yüzyıl sonu ve on altıncı yüzyıl başlarında yazılmış olan Ala’im-i Cerrahin’de  cerrahlar ve cerrahlık hakkında yazılan düşüncelerin günümüzde de fazlaca değişmediği görülmektedir. Şöyle demektedir Cerrah İbrahim: “Cerrah öncelikle ilminde dürüst olmalıdır. İlminde dürüst olanın işi de rast gider. Cerrah şefkatli, güler yüzlü ve alçak gönüllü olmalıdır. Bu meslekte üstat olanların izinden gitmeli, onları yermemelidir. Cerrahın “eli uz, gönlü düz” olmalı, hiçbir şey ondan incinmemelidir. Cerrah ilaçların bütün özelliklerini bilmelidir.


 Bir cerrah olmakta belli derecede cüret vardır, başkasına “bıçak çekmek” cüreti denebilir buna. Başka bir insanın vücuduna bıçağı vurmak için sağlıklı bir egonun olması gerekir, bir insanın ameliyathanede doğru karar alacağı ve buna uygun hızla çalışacağı kabiliyetine olan inancı ile, elindeki  bistürinin (bıçağın) hastalıkları tedavide sihirli değnek olduğuna inanan ego arasında ne yazık ki kaçınılmaz bir çelişki vardır. Cerrahide  karar vermek elinizin, bistürinizin altındaki insanın varlığını korumayı hedeflemenin  yanı sıra kararınızdan sonraki dönemde yaşam kalitesini sağlamayı da içerir. Cerrahın beyni ellerinden daha önemlidir. Cerrahların “harika ellerinin” olması gerektiği kanısı yaygındır ancak başarılı ameliyat için el ustalığı gerekir ancak daha önemlisi gerçekçi  karar vermektir.
 “Bir girişimde bulunacaksanız, kararsızlık kapılarını kapatın “ der  Nietzsche. İşte  iyi bir cerrah bu sözleri kanun kabul eder  ve ona göre davranır. Ancak cerrahların  en büyük sıkıntısı da burada başlar, çünkü  karşılaştıkları anormal durumların olağanüstü çeşitliliği karar vermenin zorluklarını kat kat arttırır. Bunun için cerrah  ameliyatta hatta yoğun bakım veya serviste çözümler yaratmak zorundadır. Bu çözüm belki de tıp tarihinde bir kerelik bir çözüm olacaktır. Bu durum ise şöyle bir sorunu beraberinde getirir : bulduğumuz çözümler bizim uydurduklarımızdır  ve insanlar bu bir kere bir şey uydurulduğunda sonuç iyiyse onu gerçek zanneder, özellikle uyduran kişi. Bu özelliğin doğrudan tanrı vergisi olduğunu düşünür. Cerrahi megalomani uçlara kayar. Cerrahların kendilerini tanrı hekim kabul etmenin önündeki engeller kalkar.  


Tarih yukarıdaki düşünceleri  cesaretlendiren sayısız söz ve eylemlerle  doludur. Örneğin Hipokrat   “kim cerrah olmak isterse savaşa gitmek zorundadır”  derken,  22 tıp kitabı yazmış olan  cerrahi hocası Prof  Mark Ravitch  (1910 – 1989) “cerrahi işlem kararı halk oylaması sonucu yapılmaz”  diyerek cerrahın egosunu şişirmekten sakınmamışlardır.  Keza  Rönesans’ın en önemli cerrahı Fransız Ambroise Pare (1517-1590) bir başka şekilde kanıtlamaktadır bu düşünceleri.  Beş kralın cerrahlığını yapan ve bir berber-cerrah olan Ambroise Pare'nin  eğitimi çok azdır, Latince ve Yunanca bilmediğinden üniversiteye gidememiş, babası ve amcası gibi berber-cerrah olmaya karar vermiştir. Pare, kendisini eleştiren tıp eğitimi almış Dekan  Etienne Gourmelen’e  “kitaplara bakmaktan başka, hayatında hiçbir şey yapmamış olan siz, bana nasıl cerrahiyi öğretmeye kalkarsınız ! Cerrahi elle ve gözle öğrenilebilir. Sizin tüm bildiğiniz koltuğunuzda rahatça otururken kafa ütülemektir“ demiştir.


Değerli hocamız Prof Dr Fikri Alican ise cerrahları tanrı, yarı tanrı veya standart hekim olarak değil, çok daha sağlıklı bir sınıflamaya tabi tutmuştur. Bir otobiyografi olan kitabında şöyle der:Cerrahın iyisi-kötüsü ameliyathanede belli oluyor. Yüksekten konuşmalar, huysuzluk nöbetleri, ameliyathane personeline kaba ve saygısız davranışlar, gergin bir hava yaratmak artık hoş görülmüyor. Bunlar kişinin kendine güveni olmadığını belli eder. Böyle psödo-cerrahlar, yani yalancı pehlivanlar her devirde olmuştur, bugün de vardır. Bunları anestezistler ve ameliyathane personeli bir görüşte tanıyor” .
Sözlerimi başımdan geçen bir olayla bitiriyorum ki, cerrahın felsefik  hatta psikolojik halleri hakkında bir ipucu verebilsin.  Asistanlığımın ilk yıllarındaydı, savaş cerrahisinin yoğun yapıldığı 1980 öncesi yıllardı. Yoğun geçen bir acil nöbet sonunda nöbetçi başasistanımız beni çağırdı ve hiç unutmayacağım ve cerrahinin ne olduğunu  veya ne olamayacağını anlatan şu sözleri söyledi : “ oğlum  bak şimdi, çalışkansın tamam ama bırak sen cerrahiyi, senden cerrah olmaz”. Neden diye sorma  fırsatı bile vermeden devam etti  “ulan ne küfretmeyi biliyorsun ne bağırmayı, küfür bilmeyen adamdan cerrah olmaz, senden iyi dahiliyeci olur”.  Bu sözler söylendikten sonra tam 30 yıl aktif cerrahlık yaptım.
Evet nokta…
 *  Bu yazının, bir zamanlar “tanrı hekim” iksirinden tatmış bir cerrah tarafından  yazıldığı  göz önünde bulundurularak okunması önerilir.



YARARLANILAN  KAYNAKLAR
Berger J,  Mohr J : Talihli Bir Adam (Bir Köy Doktorunun Hikayesi), Çev. Osman Akınhay,  Agora Kitaplığı, Ağustos 2008, İstanbul, s. 56
Çelik F : Hekimliğin Seyir Defteri,  Deomed Yayınları, 2013, İstanbul, (arka kapaktan)
Çelik F :  NARSİSİZM (Hayatın İçinde Değerlendirme) http://www.psikomitoloji.com/attachments/article/79/narsisizm.pdf  (erişim tarihi  15.12.2017)
Çotuksöken B : “Etik Nedir?”, Maltepe Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi ile İstanbul Marmara Eğitim Vakfının birlikte düzenledikleri “Etik” konulu Felsefe Söyleşileri: 3, Maltepe Ü. Yayınları, 2004
Uygur N : Bunalımdan Yaşama Kültürü, Ara Yayıncılık, İstanbul, 1989, s. 427-428
Çelik  F : Tıbbın ve Cerrahinin Felsefesi. Sağlık Düşüncesi ve Tıp Kültürü Dergisi, sayı 21, s: 94-97
Çelik F  : “ Tıp ve Sanat” , İlaç Kokulu Kitap, Cinius Yayınları,2007, s.11-18
Acıduman  İ ve ark. :  Cerrah İbrahim ve Alâ’im-i Cerrâhîn’in Nöroşirürji ile İlgili Bölümleri Türk Nöroşirürji Dergisi, 2007, Cilt: 17, Sayı: 3, s. 170-182
Baskan S : Cerrahide Özdeyişler,  Ulusal Cerrahi Kongresi, 2006,  sunum, 24-28 Mayıs, Antalya
Kelly N, Rees B, Shuter : Medicine Through Time,  Oxford  Press,  Heinemann, 2002. s.66
Alican F : Koca Meşe'nin Gölgesi, Doğan Kitap, 2000, s.27






 Dr Faik Çelik

1 yorum:

  1. Akademik bir yazı olmuş. Bana, İbni Sina'yı anlatan Hekim romanını hatırlattı.

    YanıtlaSil