Sayfalar

26 Haz 2024

AGNOTOLOJİ

 




Agnotoloji  bilgisizliğin ne olduğunu araştıran bilim dalıdır. Robert N. Proctor tarafından kavramlaştırılmıştır.  Agnotolojinin hedefinde olan kişiler de, agnozi belirtileri gösteren kişiler gibi doğru ve gerçek hakkında bir farkındalığa sahip olamazlar. Bilgisizliği ve menfaat gereği cehalet yaymanın arkasında­ki olanı biteni inceleyen “agnotoloji”, eski Yunanca “agnosis” den (bilgisizlik) kaynaklanmıştır, yani “bilgisizlik bilimidir”, halk dilinde “cehalet bilimi”dir. Agnotoloji toplumun bilgi sahibi olmasını istemeyen güçlü kurum­lar tarafından yaratılan bilgisizliği inceleyen bir disiplindir. Örneğin bir ürünü pazarlamak ya da bir çıkar elde etmek için kasıtlı olarak toplumda kafa karışıklığı yaratan yalan bilginin yayma ve yayılma süreçlerini, ardındaki gerçekleri araştırır.


 



Tayfun Uzbay “Görünmeyen Beyin” isimli kitabında tam da agnotolojinin konusu olacak şekilde akademisyen destekli cehalet yaymanın nasıl bir şey oldu­ğunu iki güncel örnek vererek açıklamaktadır. İlk örnek Prof Dr Mehmet Öz'dür. Başarılı bir kalp-damar cerrahı olan Dr Öz Columbia Üniversitesi'nde ses getiren ameliyatlar yapmış dünya çapında tanınmış bir hekimdir. Ancak Prof Dr Öz asıl alanı olan cerrahiyi bırakarak bitkisel ürünlerin ve gıda takviyelerinin tanıtımını hedefleyen  bir TV programı yapmayı başlar. Programda seyirciye insan anatomisi ve fizyolojisi ile ilgili bilgileri eğlenceli bir şekil­de verirken, anlattığı konuyla ilgili hastalıkların tedavisi için gıda takviye­leri ve çeşitli bitkisel maddeler önerir. Önerilerin çoğu bilimsel yöntemlerle kanıtlanmış değildir, buna rağmen Dr Öz bunları kesinmiş gibi anlatır. Örneğin önerileri arasında yer alan yeşil kahve haplarının, iddialarının aksine insanları zayıflatmadığı ortaya çıkınca üretici firmaya 9 milyon dolar ceza kesilmiş, bu hapları üreten şirketlerin pazarlamacılarını programında konuk eden Prof Dr Öz ise ABD Senatosu'na tıp dışı davranışları ile ilişkili olarak ifade vermiştir. Bu durumdan rahatsız olan Columbia Üniversitesi de akademisyenlikle bağdaşmayan davranışları sonucu Dr Öz’ün üniversite ile ilgisini kesmiştir. Dr Öz hayatını ABD’de politikacı olarak sürdürmektedir.


 

Prof.Dr Tayfun Uzbay

Uzbay’ın kitabında bahsettiği diğer bir güncel örnek ülkemize aittir. Özel bir Üniversitede çalışan Prof  Dr  Canan Karatay   bir iç hastalıkları uzmanı olup sonradan kardiyoloji ve diyet uzmanlığını da almıştır. Önerdiği “Karatay Diyeti” toplumda yaygın karşılık bulmuştur. Buraya kadar sorun yok, ancak şöhreti yakalayan Karatay'ın med­yayı sıkça kullanarak aka­demisyen kimliği ve bilim etiği ile bağdaşmayan, toplumda yanlış anlaşılabilecek ve toplum sağlığına zarar verecek mesajlar vermeye başlamasıyla tablo değişmiştir. Söylediklerinin içinde doğru mesajların yanında  tehlikeli mesajlar da yer almaktadır. Örneğin; "Şeker zehirdir asla tüketmeyin", "gebelikte glikoz tolerans testi yaptırmayın", "bol bol kuyrukyağı yiyin", "lipit düşürücü ilaçlar palavradır, kul­lanmayın" gibi genelleyici ve kesin ifadeler kullanmıştır. Bu nedenle kullandıkları ilacı bırakan yüksek lipitli (hiperlipidemili) hastaların sağlığını tehlikeye attığını düşünmemiştir. Karatay'ın en vahim ifadelerinden biri çocuklara kahve içiril­mesi ile ilişkili tavsiyeleridir. "Çocuklar Türk kahve­sini şekersiz olmak kaydıyla istediği kadar içebilir. Kahve çok güçlü bir antioksidandır. Şeker beyinde tahribat yapar, kahve onu düzeltir, cin gibi yapar". Bu ifadeler kabul edilemez, ”kelle-paça” önermeye benzemez, bilimsel olarak  kahve kafein içerir, çok içen çocuklarda rahatça aşırı doza bağlı kalp rahatsızlıkları ortaya çıkarabilir. Esasen kafeinin kendisi bağımlılık yapan bir maddedir. Gelişmekte olan ço­cuk beyninde nöronlarda duyarlılaşmaya neden olabileceği ve bu duyarlı­laşmanın nikotin, kokain ve amfetamin gibi başka bağımlılık yapan maddelerle çapraz geçişe sahip olduğu, yani kafein tüketen çocukların ileride bu maddelere bağımlı olma ihtimallerinin de artabileceği tehlikesi bilimin ışığı altında yetkin bir akademisyen olarak Prof Dr Tayfun Uzbay tarafından vurgulanıyor. Kahvenin antioksidan etkisi ile çocukların beyninde şekerin yaptığı tah­ribatı düzeltmesi tezini ise hiçbir bilimsel temeli olmayan bir ifade olarak niteleyen Dr Uzbay, aksine gelişim çağındaki çocuğun belli oranda şekere ihtiyacı olduğu gibi beynin çalışması için de şekere ihtiyaç olduğunu söylemektedir. Burada Karatay bir ürün pazarlamıyor, agnotolojik bir yaklaşımla mesleğini pazarlıyor. Günümüzde aşı karşıtları da benzer davranışlar içindedir.

 




Bu tip agnotolog akademisyenleri  az da olsa bazı söylediklerinin doğru olduklarını ileri sürerek savunanlar da var. Ancak onların unuttuğu bilim, vicdan ve etik gibi durumların tam olmadığında anlamını tamamen yitirdi­ği gerçeğidir. Yani siz % 99 bilimsel % 1 gayrı bilimsel oluyorsanız, bilimsel olduğunuzdan söz edilemez. Aynı şekilde bazı konularda etik, bazı konularda etik dışı davranılamaz, etik olmak ya koşulsuzdur ya da değildir Ben Prof Dr Tayfun Uzbay’ın yanında yerimi almakta, görüşlerine tamamiyle katılmaktayım, böyle bilim insanlarının sayısının artmasını dilemekteyim.

 

 

           


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

11 Oca 2023

İlahi Komedya ile Dante ve Manguel'in Merak'ı

 


Dante'nin Floransa'daki Heykeli

Dante Alighieri’nin (1265, Floransa - 1321, Ravenna), Cehennem, Araf ve Cennet başlıklı üç ciltten oluşan “İlahi Komedya”sı tek kelimeyle şahaser. Eserin yazıldığı dönem (Hristiyanlığın dini baskısı, rönesansın ve matbaanın olmaması, salgın hastalıkların yaygın olması, şehirler arası savaşların yoğunluğu vb nedenler) göz önüne alındığında ve yazım tekniğindeki zorluk (terza lima tekniği) düşünüldüğünde yukarıda belirttiğim “şahaser” tanımlaması daha net yerine oturur. Öncelikle çevirinin mükemmel olduğunu, açıklayıcı dipnotlarla Rekin Teksoy’un kitabı anlaşılır kılmaktaki emeği karşısında şapka çıkardığımı belirtmeliyim. Öyle ki; İlahi Komedya’nın anlaşılabilirliği açısından okunmasının çok yararlı olacağı vurgulanan Homeros’un İlyada ve Odesea destanları ile Vergilius’un “Aeneis” destanının ayrıca Kitab-ı Mukaddes’in okunmamış olmasındaki eksikliği bu dipnotlar büyük ölçüde gideriyor.


Dante ve Vergilius 



Üç mısralı şiir tarzında (terzina) yazılan bu hacimli kitap yazar Dante’nin öteki dünyaya yaptığı düşsel bir geziyi destansı biçimde anlatır. 1300 yılında 7 Nisan’da Cehennem ile başladığı ve arada Araf’a uğrayıp Cennet ile sonlandırdığı ruhani gezisi bir hafta sürer. İlk iki durakta büyük hayranlık duyduğu (ustam, ozan, rehberim, gönlü yüce gölge, iyi yürekli, bilge, güzel babam, güneş, uyanık ustam vb sıfatları kullandığı) Latin ozan Vergilius (İÖ 70-19) rehberlik eder. Vergilius ünlü eseri “Aeneis” destanında Truva savaşından yenik çıkan Aeneis’in İtalya’ya gelerek Romalılar’ın atalarını oluşturduğunu anlatır. İlk iki ciltte Antik Yunan mitolojisi ve felsefesi ağırlıktayken, üçüncü ciltte teoloji ön plana çıkmıştır. Dipnotlar sayesinde sayısız isimler, olaylar, bilgiler ile baş edilebilinmektedir. Borges, Komedya'yı bir alegori olarak ele alırsak Dante insanoğlunun, Beatrice inancın, Vergilius da aklın simgesi olacağını ileri sürmüştür ki çok akla yatkın.

Dante ve Beatrice 



İlahi Komedya içine bir aşk hikayesi yerleştirmiştir Dante, sevdiği kadın Beatrice’dir bu aşkın kahramanı, en zor ve karamsar olduğu anlarda ona olan sevgisine sığınır. Bu aşk destanda ayrı bir ilahi tema oluşturur. Cennet, Cehennem ve Araf’ta bulunmasını uygun bulduğu kişiler çok ilginç. Örneğin antik çağ filozoflarını ve ozanlarını çok beğenmesine rağmen cehenneme yerleştirmiş, çünkü bu kişiler vaftiz olmamışlardır. O dönemde Hristiyanlığın olup olmaması önemli değildir Dante için, bu çok enteresan bir mantık. Keza yeni bir dinin temsilcisi Hz Muhammed de Cehennemin alt katlarındadır, peygamberliği Dante’nin hışmından kurtaramamıştır onu ve Hz Ali’yi. Kitabın tadı kaçmasın diye daha fazla ayrıntı vermeyeceğim.



              İlahi Komedya İngilizce Baskıları 

Kitabını o zaman geçerli dil olan Latince yerine İtalyanca, yaşadığı bölge olan Toscana lehçesiyle yazmıştır ki bu devrimci seçimi bile kitabın önemini arttırmaktadır. Her bir kitapta 33’er bölüm (kanto) vardır, Cehennem bölümündeki giriş ile birlikte toplam 100 kanto (destan bölümü) vardır. Vergilius rehberliğini Araf’ın tepesinde Beatrice’ye bırakır, Beatrice ise Cennetin son katmanında kaybolup yerine Aziz Bernard geçer ve Cennet’teki geziyle 14 Nisan 1300’de düşsel gezi sona erer. Bu arada Clairvaux manastırının başında bulunan başkeşiş Bernard’ı niye seçmiştir Dante acaba? Bu kitap daha çok su götürür aslında !


Kitabı anlatmak zor, okunması gerekiyor çünkü. Temel olarak antik Yunan mitolojisi, Homeros’un destanları, Eski ve Yeni Ahitler, ilahiler, dini metinler ve Hristiyanlığa ait söylenceler ile Dante’nin dönemindeki tarihi olaylardan beslenen bir destan. Beni kitapta etkileyen olgulardan birisi de yazarın bazı öngörülerinin gerçekleşmesi (Papalığın bir ara Vatikan’dan taşınması, kendisinin sürgüne gönderilmesi, Floransa’nın savaşta yenilgiye uğraması, Dominiken ve Fransisken tarikatları arasındaki birbirini kötüleme faaliyetleri vb gibi), bir diğer olgu da tanrıyı bir enerji, gül şeklinde ışık olarak tanımlaması keza Papa’nın kötülüklerini sakınmadan dile getirmesi oldu, ki çok cesurca. O dönemde Luther, Calvin gibi Hristiyanlıkta rol ayrımlarının olmadığını hatırlatmakta yarar var. Filozoflar, astroloji, tarih ve din konusunda ansiklopedik bilgisi de çok etkileyici. Çağdaşı Boccacio’nun ünlü eseri “Decameron”da bahsettiği vebadan Dante’nin hiç bahsetmemiş olması şaşırtıcı. Ayrıca eşi ve çocukları, savaş ve silah gibi konular da hiç yoktur bu büyük eserde. Belki bir bildiği vardır diyerek kitabı hararetle önererek bu kısa bilgi-yorumu sonlandıralım.


Üç Cilt bir arada Rekin Teksoy çevirisi


DANTE 





Alberto Manguel (1948 - Buenos Aires) Arjantinli yazar, editör, çevirmen.

 

“Merak” kitabın bir bölümünün adı, yani kitap A. Manguel’in bu kitabı yazmasındaki en etkin faktörden adını alıyor. Bir yazarın hem duygu hem de akılla peşine düştüğü bilgi için gereken en önemli faktördür merak. Dante ve onun başyapıtı “İlahi Komedya”sını okuyup yorumlaması olarak tanımlanabilir bu kitap. Gerçi Manguel bir ateist olarak bu yaptığının zorluğunu belirtmiş başlarda. Eğer “İlahi Komedya”yı okumadıysanız “Merak”a hiç başlamayın, hem birçok konu ve düşünce havada kalacaktır, hem de 360 sayfalık bu kitap bitmek bilmeyecektir. Bu cümleden sonra İlahi Komedya”yı okuyanlar için kısa bir yorum gireceğim.


   YKY çıkan baskısı


Dante’ye eserinde Vergilius ve Beatrice rehberlik eder, bu kitapta ise Manguel’e Dante ve eseri rehberlik ediyor. “İlahi Komedya”yı okuduktan sonra eserde üzerinde durulacak 17 konuyu irdelemiş yazar. İlk bölüm kitaba da adını veren merak etmek üzerine. Şöyle diyor Manguel; Var olmak için hayal ediyoruz ve hayal etme arzumuzu beslemek için merak ediyoruz. Dante de yapıtında cehennem-araf-cennet yolculuğunda karşılaştığı lanetli ya da kutlu ruhlarla diyaloğa girerek, merakının onu hedefe götürmesini dile getirir, yani ölümlü Dante ölümlülük tecrübesini yaşamış olanlara sorular sorar.

Dante dizelerini, kantolarını zihnindeki edebi, bilimsel, teolojik ve felsefi kaynaklardan ve olağanüstü günlük hayat gözlemlerinden faydalanarak yazmış. Manguel, merak dışında neyi bilmek istediğimiz, nasıl akıl yürüttüğümüz, nasıl sorguladığımız, neye sahip olabiliriz gibi bazı soruların yanı sıra dil, benlik, yerimiz, hayvan, farklılıklarımız, hakikat gibi konuları Dante ve “İlahi Komedya”da aramış, iz sürmüş. Bazı bölümlerde (örneğin nasıl sorgularız bölümü gibi) çok ayrıntıya kaçmış, teolojik açıklamalar özellikle de Talmud üzerinde gereğinden çok bilgi-yorum yapmış. Buna karşın hayvanlar bölümünde Dante’nin anlaşılmaz bir şekilde “köpekler” için çok olumsuz, aşağılayıcı sıfatlar kullanmasını irdelemesi çok ilginç geldi bana, hem “İlahi Komedya”daki içerik hem de Manguel’in yorumu açısından.


                            Dante'nin Yolculuğunun Temsili

Kitabın sonlarına doğru yer alan Dante’nin Cehennem, Araf ve Cennet haritalarını gösteren üç ayrı şekil de sürpriz bir toparlama oldu. Sonuçta Alberto Manguel, Dante’nin “İlahi Komedya”sını hayali bir evrensel müzeye, bilinçdışı korkular ve arzuların icra edilebileceği bir sahneye, bir şairin tutkusu ve vizyonundan doğmuş her şeyin bizi aydınlatmak için düzenlendiği ve sergilendiği bir kütüphaneye benzetiyor.


Zor ve sabır isteyen bir okuma, ayrıca çevirisi bence vasatın altında, cümle düşüklükleri rahatsız edici, bütün bu koşullara rağmen kesinlikle okumaya değer, okuma koşulunun önce “İlahi Komedya”yı okumak olduğunu tekrarlayayım.

 

 


11 Nis 2019

10 1/2 Bölümde Dünya Tarihi (On Buçuk Bölümde Dünya Tarihi)




Barnes'dan okuduğum ilk kitap "10 1/2 Bölümde Dünya Tarihi", okuduktan sonra yazarın mizah zekasına hayran kaldım. Gerçi mizah için zeka şarttır denir ama J. Barnes’ınki farklı bir zeka, şeytani adeta. Alay ediyor, şakaya vuruyor, hicvediyor, ironiden kara mizaha her çeşidini kullanıyor mizahın.

Julian Barnes'in  "10 1/2 Bölümde Dünya Tarihi"(On Buçuk Bölümde Dünya Tarihi) adlı romanı, bildiğimiz o klasik dünya tarihi kitaplarından çok farklı. Aslında roman mı bundan da pek emin değilim. Birbiriyle ilişki kurulabilecek ama birbirinden bağımsız öyküler derlemesi bence. On buçuk bölüm olması 10 ayrı bölüm (öykü) ile numara vermediği yarım bölüm kabul ettiği numarasız “Parantez” bölümünden oluşuyor, bir de kısa bir sanat tarihi denemesi de yer alıyor beşinci öykü sonunda, isimsiz olarak. Tüm bölümlerde ortak nokta tahtakurusunun bir şekilde anlatımda yer alması. Bir de Nuh’un Gemisi’nden neredeyse tüm öykülerde bahsedilmesi. 





Kitabı özetlemek zor ama deneyeceğim. İlk öykü “Kaçak Yolcu” da Nuh’un Gemisi'ne kaçak binen bir tahtakurusunun ağzından Tufan Efsanesi anlatılıyor. İlk olarak Gılgamış Destanı’nda geçen, oradan da başta Tevrat olmak üzere kutsal kitaplara aktarılan  efsane, tahtakurusunun bakış açısıyla yazılmış. Nuh'un gemiyi çocuklarla inşası, tanrıyla akitleşmesi, seyahat boyunca yaşananlar  Nuh ve ailesinin ipliğini pazara çıkararak kaçak yolcu tarafından anlatılıyor. Çok keyifli bir öykü. 2. bölüm “Ziyaretçiler”de  yazar Akdeniz'de seyreden bir yolcu gemisini ele geçiren Arap teröristlerin sadece Amerikalı veya İngiliz oldukları için öldürülecek olan masum insanlara yönelik eylemlerine öyle bir yorumla yaklaşır ki, bu ülkelerin Ortadoğu politikalarını sorgulamak kaçınılmaz oluyor. 3. bölüm veya öykünün başlığı “Din Savaşları”. Bu müthiş keyifli öyküde XVI. yüzyılda bir Fransız köyünde halkın tahtakurularını kiliseye, piskopoza ve ekinlere zarar verdikleri gerekçesiyle mahkemeye vermeleri anlatılıyor. Şikayetçi olan halkın avukatı din ve kutsal kitaplar üzerinden şikayetini temellendirirken, davalı haşaratların avukatı, hukuk ve yasalar üzerinden savunmayı kurguluyor. İddia makamı yani savcı da tamamen kutsal kişiler ve dini olaylar üzerinden iddianamesini hazırlayıp mahkumiyet istiyor. Mahkeme sanki bir teoloji-hukuk savaşına dönüyor. Barnes burada dinlerle olduğu kadar, zavallı ve zayıf kişileri ezmeye kararlı hukuk sistemini de eleştirel olarak kapsama alanına alıyor. 4. öykü “Kurtulan”. Çernobil felaketine gönderme yaparak nükleer tehlike karşısında kendisini çaresiz hisseden ve kişisel sorunları da olan genç bir kadının gerçek dost olarak gördüğü iki kedisini yanına alıp bir tekneyle tek başına denize açılmasının, duyduğu yalnızlık ve güvensizlik hissinin, toplumun duyarsızlığının anlatıldığı biraz felsefik bir bölüm.

Medusa'nın Salı

5.bölüm “Deniz Kazası”, gerçek bir olayın Barnes uslubunca anlatıldığı bir öykü. Tabii tahtakurusu ve Nuh’un gemisinin bir şekilde öyküde yer aldığını hatırlatalım. 1816 yılında Kanarya Adaları açıklarındaki Kayalıklara çarpan Fransız fırkateyni Medusa’nın yolcularının küçük bir bölümünün kurtulma hikayesi anlatılıyor. Bölüm sonunda bu olayı resmeden Théodore Géricault’un muhteşem “Medusa’nın Salı” isimli tablosunun mükemmel bir analizi yer alıyor. 6. öykünün adı Dağ. 1840 yılında, inançsız babasının ruhuna Tanrı'dan af dilemek için Ağrı Dağı’na yani Nuh’un gemisinin sanal yuvasına giden, Viktorya döneminde yaşamış dindar bir İngiliz kadının ilginç hikayesi anlatılıyor. Ruhsal tahliller nefes kesici. 7. bölüm Üç Sade Öykü başlıklı. Tarihten üç kısa hikaye, resmi tarihin yazmadığı, tarihçilerin sevmediği, insana ve hayatta kalmaya dair üç küçük öykü. Anlatılmaz, okunur ancak. 8. öykü Nehir Yukarı ve yarım denilen Parantez denemesi. İki Cizvit papazının iki yüzyıl önce Venezuella cangıllarında yaşadıklarını konu alan bir film çekiminde yer alan erkek sanatçının sevgilisine yazdığı mektuplar bu bölümü oluşturuyor. Heyecanlı, ironik, sanatçı ruhunun karmaşıklığı ve daha bir çok öğe bu bölümde sarıyor okuyanı. Barnes’in aşka dair kişisel düşüncelerini yansıtan Parantez bölümü bir deneme. 9. öykü Ararat Projesi  kurmaca da olsa gerçek olaylardan esinlenmiş. Aya ayak basan ve orada bir futbol topuyla şut bile çeken Amerikalı astronotun Nuh'un Gemisi'nin peşine düşmesinin hikayesi. Bu öykü Dağ öyküsü ile bağlantı kurarak sonlanıyor. Hiciv sanatı nasıldır sorusunun cevabı bu öyküde. 10. ve sonuncu öykü Düş, adından da anlaşıldığı gibi düşünde cenneti görmek ve uyanmak nasıl bir duygu. Tabii cennet de cehennem de Barnes’in keskin mizahi zekasından nasibini alıyor.



Aslında bu kitabı özetlemek gerçekten zor , dünya insanlık tarihinde muhalif kısa bir gezinti yapan J. Barnes’in amacı tarih kitabı yazmak değil. Tarihin ana unsurlarının kahramanlardan, kahramanlıklardan, galip gelenlerden, galibiyetlerden ibaret olmadığını, tam tersine tarihin ezilenlerden, mağdurlardan, haksızlığa uğramışlardan kısaca tarih kitaplarının hiçbir zaman söz etmediği kişiler ve olaylardan oluştuğunu anlatmak istiyor. 
Edebiyatın evrensel temalarından aşk, hırs, yaşam mücadelesi, din ve inançları ele alıp tarihin farklı dönemlerinden kimi gerçek kimi kurgu, farklı öykülerle insanı ve insanlığı sorguluyor. Bunu yaparken de kutsal kitaplar başta olmak üzere kafayı buluyor, dalgasını geçiyor, bazen argo bazen romantik, bazen hırçın bazen şiirsel edebiyatın içinde dans ediyor. Tabii mizahi üslubu ve muhteşem ironi yeteneğini tüm bölümlere aktararak.
Diyor ki Barnes “Tarih olan biten değildir, tarih tarihçilerin bize anlattıklarıdır..... Tarih bir şeyler bulmamız açısından yararlıdır. Biz onları örtbas etmeye çalışırız, ama tarih peşimizi bırakmaz” 
Julian Barnes ve 10 1/2 Bölümde Dünya Tarihi mutlak okunması gereken kitaplardan birisidir kanımca.



Dr Faik Çelik

22 Şub 2018

Bir Cerrahın Filozof Halleri: Tanrı Hekimden Standart Hekime*










 “Talihli Bir Adam (bir köy doktorunun hikayesi)”  kitabında bahsedildiği  gibi insanlar arasında özelleşen ilk insandır hekim. Doğum ve ölümün  tanığıdır, her doğum ve ölümde  yaşamın kıymetini en gerçek bilen olmakla özdeştir . Dünyaya gelen bir insan ilk çığlığını bir hekimin elleri arasında atar, nüfus kütüğüne bir hekimin imzasıyla kaydolur, son yolculuğuna da yine bir hekimin verdiği  “defin ruhsatı” ile çıkar. Felsefe bu “insanlık hallerini” sorgular. Hekim özel bir insan olarak kabul edilmiştir tarih boyunca,  cerrahlar ise kendilerini daha bir özel kabul ederler, neredeyse ilk çağların “tanrı hekim” kavramının kendi  içlerinde var olduğunu  görürler,  zaten  hekimleri  “cerrahlar” ve “diğerleri” diye iki sınıfa ayırmaları  tam da bu nedenledir.
Genel bir değerlendirmeyle cerrahların büyük bir çoğunluğu  narsisistik kişiliktedir kanımca. Yani kişinin kendisini aşırı beğenmesi, kendisine hayranlık duyması,  hatta uç bir yaklaşımla kişinin kendisine âşık olması olarak kısaca tanımlanan kişilik hali.  Cerrah olmayı hedefleyen  kişiler hep önde  ve hep  gözde olmak isteyen, başkalarının düşünce ya da isteklerine yeterince ilgi göstermeyen,  her zaman saygı görmeyi bekleyen, başarı ve yeteneklerini abartan, övgü ile beslenen ve  kendilerinin çok önemli, çok özel  ve  vazgeçilemez olduklarına inanan kişilerdir, yani bir çeşit tanrı hekimdirler. İstisnalar kaideyi bozmaz tabii ki. Bu saptamayı daha geniş boyutlarıyla inceleyelim.




Tarih öncesi çağlarda insanların yaşam ve talihlerini etkilediği düşünüldüğünden, yıldızlara, güneş, ay ve doğa olaylarına “tanrılık”  yakıştırılıyordu. Bu bağlamda hastalıkların iyileştirilmesinde de tanrılara yakın olan  kişilerin yetkin oldukları düşünülmekte ve onlar da tanrı olarak kabul edilmekteydi. Örneğin Mısır mitolojisinde her ne kadar bir çok tanrının, sağlığı koruyucu ve iyileştirici özelliklerinden bahsedilmiş olsa da, MÖ 2800 yıllarında yaşamış olan  İmhotep’in  ilk tanrı hekim olduğu kabul edilir.  Eski Yunanistan’da da hekimlerin tanrı soyundan geldiğine inanılmış ve bu hekimler sağlık ve şifa tanrıları adına yapılan tapınaklarda mesleklerini icra etmişlerdi. Bunların en bilineni Aesculapius’dur.  MÖ 1200’lerde yaşadığı sanılan Aesculapius  “tanrı hekim” olarak kabul edilmiştir. Din kurumsallaşmaya başlayınca tıp da tapınaklara taşınmıştır. Zaten tıp ve din tarihi, kişinin kötü güçlere karşı korunmasını hedeflediklerinden  her zaman iç içe olmuşlardır.




Hekimliğin ve tıbbın babası kabul edilen Hipokrat da (Hippocrates) tanrı soyundan gelmektedir. Ancak çağdaşı Sokrat’tan (Socrates) etkilenen Hipokrat, tanrıların etkisi altında kalmayarak bilimsel bir yol izlemiş, tıbbı tapınaklardan yeryüzüne indirmiştir.  Hekimlik ayrışmaya ve özelleşmeye başladıkça, cerrahi  ile ilgilenen hekimler de  farklılaşmış ve  genel  “tanrı hekim” kavramı yavaş yavaş cerrahi ile uğraşan hekimlere yani cerrahlara doğru kaymıştır.
MS I. yüzyılda, Roma’da   Cornelius Celsus,  “De re medica (de medicina)”  adlı latince yazılmış ilk bilimsel tıp çalışması olan eserinde hastalıkları diyetle, ilaçla ve cerrahi müdahale ile iyileşenler olarak sistematize etmiştir. Celsus  bu çalışmasında VII. bölümde ideal bir cerrahı şöyle tanımlar “bir cerrah genç olmalı ya da yaşlılıktan çok gençliğe yakın olmalıdır, elleri güçlü ve sağlam olup asla titrememelidir. Sol elini de en az sağ eli kadar iyi kullanmalı, gözleri keskin, ruhu cesur olmalı, hastasını iyileştirmeyi isteyecek kadar merhametli olmalı ama onun haykırışlarına bakıp çok hızlı ya da gereğinden az kesmemelidir, bütün çığlıklar onun duygularını hiç etkilemiyormuş gibi işi neyi gerektiriyorsa onu yapmalıdır” . Buradan çıkan sonucun,  cerrah hekimin, standart hekimden daha özel niteliklere sahip  olduğu açıktır.
MS 3. ile 5. yüzyıllar arasında Roma İmparatorluğu’nun zayıflaması buna karşın Roma kiliselerinin güçlenmesi döneminde “ inancın”  tıbbı esir aldığını görmekteyiz. Bu dönemde kiliseler şifa ve tıp merkezleri, keşişler ise şifalı ilaç listelerine sahip kişilerdi.  MS  5. ve 9. yüzyıllar arası “karanlık çağ” olarak adlandırılır, bu dönemde de mistisizm tıbba hakimdi.  Avrupa’da tıp, kilisenin etkisinde kaldığından, rahiplerin cerrahi ve jinekolojik vakaları tedavi etmeleri uygun görülmemekteydi, bu tip vakaları rahip-hekimler yerine “berber-cerrahlar”  veya ebeler sahipleniyordu.  Cerrahinin uğraş  alanı  kan, balgam, irin gibi pis ve kötü maddelerle uğraşılan bir alan, dolayısıyla cerrahi ile uğraşanlar da ikinci sınıf hekim olarak değerlendiriliyordu. Bu dönemde dahi cerrah,  tanrı olmasa da “yarı tanrı hekim” olarak görülüyorlardı. Bu hekimlere en iyi iki örnek, Ambroise Pare ve  Fransa Kralı 14. Louis’nin hekimi berber-cerrah Felix’dir.  XI.  yüzyılın  sonunda cerrahlar kendi loncalarını kurmaya başladılar. Ancak bunlarla birlikte daha da az eğitim görmüş cerrahlar yani berberler de faaliyetteydiler.  İngiltere’de berberler ve cerrahlar loncası XIV. yüzyılda birleşti ve 1540’da yapılan bir anlaşma ile cerrahlar berberlik yapmama ve berberler de yaptıkları cerrahinin diş hekimliği konusunda sınırlı kalması  konusunda  anlaştılar. Berber-cerrahlar XVIII. yüzyılın sonlarına kadar tıpta önemli bir gerçek olarak kaldılar. Ortaçağ tıp metinlerinde iki kavram net olarak ayrılmıştı; hekim  için “tıpçı”, cerrah için “yetkin, işin ehli” tanımları yapılmıştı.



İnsanın yapısal özelliğini de dikkate alan Aristoteles, bilgiyi, nesnesine ve amacına göre üçe ayırır: Praktike (pratik bilim), tümüyle eylemlerle ilgilidir, bu bağlamda, insanın iyiyi isteyen bir varlık oluşu temele alınmıştır ve bu bilgi, eylemin bilgisidir. Poietike (poetik bilim) sanatın bilgisidir, burada yaratıcılık ve amacı dışarda olan bir eylem  biçimi vardır. Teoretike (teorik bilim), burada ise her türlü var olanın kuramsal biçimde ele alınışı söz konusudur. Bir özne olarak hekim ya da doktorun, ürettiği ve/veya kullandığı bilgiler, Aristoteles’in yukarıda gösterilen bilgi türlerinden sadece birine değil, hepsine girmektedir. Bu bilgiler, bilgiyi üretme ve kullanma sürecinde, pratik, poetik ve teorik niteliğiyle ortaya çıkmaktadır. Hekim aynı zamanda bir sanatçı gibidir; techne’nin, sanatın uygulayıcısıdır ve kendinden istenilen ve beklenilen, bilgilerini yaratıcı, dönüştürücü, üretici bir anlayışla kullanmasıdır. Bu düşünceler cerrahları daha da çok bağlamaktadır. Latincede “cerrah”, chirurgus olarak bilinir. Köken  chir , Eski Yunanca’daki  kheir ( el ) ve urgus ise ergon (iş) ‘dan geliyor.  Böylece “chirurgus”, el-işi-gören, yaptığını elleriyle gerçekleştiren kişi anlamına geliyor. Kuram ile eylemin ortaklaşa yapıp yaratmasıdır diyor  “ameliyat”  için Nermi  Uygur. Gerçekten de cerrah bir sanatçı titizliğiyle amacına ulaşmaya çalışır, kuşkusuz cerrahi yalnızca el becerisine dayanmaz .


Tıbbın  “bilgi ve beceriler bütününden oluşan” bir sanat olduğunu belirttik. Ancak tıp içinde cerrahiyi  etkileyici  ve gizemli kılan ise bilimin yanı sıra sanat yönünün çok yüksek seviyede olmasıdır. Cerrahinin kendine özgü bir felsefesi vardır, bu felsefe cerrahi anlayışının da özüdür. Çünkü insan vücudunu kesmek-dikmek gibi vücut bütünlüğüne yönelik bir eylemi yapma hakkının sadece kendilerine tanınmış olduğunu bilen cerrahlar her ne kadar mesleki  eylemlerinin  yasalarla sınırlanmış olduğunu  bilseler de, bu ayrıcalıklarının kendilerine verdiği  özgüveni ve yaratıcı yani sanatçı yönünü daima hissettirmektedirler.  Antik Hindistan’da ünlü hekim  Susruta  MÖ 400’de kitabında şöyle demiştir “hekimlik  iyileştirme sanatının  ilk ve en yüksekte duran bölümüdür, iç bütünlüğü olan, cennetin işleyen bir parçası ve yer yüzündeki şöhretin ta kendisidir”.  Susruta  devam etmekte  "cerrahi, bir kanadı bilim, bir kanadı sanat olan bir kuşa benzer, kanatlarından biri olmazsa uçamaz" demektedir. Büyük cerrah, entelektüel lider, örnek hoca  Prof Dr Hüsnü Göksel’in  bir konferansta söylediği  şu sözler çağımızda da cerrahinin farklı bir yerde değerlendirildiğini göstermektedir.  “Bilim ve sanattır cerrahi dedik. Bilimin itici gücü akıl, sanatın itici gücü duygudur. Cerrahi bu iki gücün dengede olmasını gerektirir. Bu denge bir kişilik oluşturur. Cerrahın kişiliğidir bu. Bitmeyen bir öğrenciliğin, güzel sanatla güzelleştiği, sabırlı, merhametli, yeniliklere açık, yenilikler araştıran, hümanist bir kişilik” .  Görüldüğü gibi cerrahlar  tanrı hekimden standart hekime  evrilmede yüzyılımızda da ayak diremektedir.
Kabul etmeliyiz ki cerrahlarda diğer hekimlere göre bir farklılık vardır. Hekimler arasında “dogmaya” en çok eğilim gösteren grup cerrahlardır, çünkü tıpta kesinliğe ve dolayısıyla eylemlerinde kesinliğin gerekliliğine inanırlar. Cerrahide kararsızlığa yer yoktur, bu nedenle karar doğru da olsa yanlış da olsa verilir, işte bu kesinlik ve keskinlik zaman zaman cerrahi felsefeyi sorgulatmaktadır.  Ancak  cerrahi bilgi ve beceriler, binlerce yıldan beri nice hekim ve cerrahın gözlemlerinden  ve deneyimlerinden süzülüp gelmiştir  ve bu böylece sürüp gidecektir de. Bu süreç  tıp kitapları ve öğretim araçlarıyla veya  doğrudan doğruya pratik olarak  usta-çırak ilişkileri içinde nesilden nesile  aktarılmıştır. Cerrahi felsefede iyi bir cerrah olmak için çalışkan ve dayanıklı, esnek ve uyum sağlama yetenekli, merhametli ve tevazu sahibi ve kararlı  olmak ön koşullardır.
Cerrah İbrahim tarafından on beşinci yüzyıl sonu ve on altıncı yüzyıl başlarında yazılmış olan Ala’im-i Cerrahin’de  cerrahlar ve cerrahlık hakkında yazılan düşüncelerin günümüzde de fazlaca değişmediği görülmektedir. Şöyle demektedir Cerrah İbrahim: “Cerrah öncelikle ilminde dürüst olmalıdır. İlminde dürüst olanın işi de rast gider. Cerrah şefkatli, güler yüzlü ve alçak gönüllü olmalıdır. Bu meslekte üstat olanların izinden gitmeli, onları yermemelidir. Cerrahın “eli uz, gönlü düz” olmalı, hiçbir şey ondan incinmemelidir. Cerrah ilaçların bütün özelliklerini bilmelidir.


 Bir cerrah olmakta belli derecede cüret vardır, başkasına “bıçak çekmek” cüreti denebilir buna. Başka bir insanın vücuduna bıçağı vurmak için sağlıklı bir egonun olması gerekir, bir insanın ameliyathanede doğru karar alacağı ve buna uygun hızla çalışacağı kabiliyetine olan inancı ile, elindeki  bistürinin (bıçağın) hastalıkları tedavide sihirli değnek olduğuna inanan ego arasında ne yazık ki kaçınılmaz bir çelişki vardır. Cerrahide  karar vermek elinizin, bistürinizin altındaki insanın varlığını korumayı hedeflemenin  yanı sıra kararınızdan sonraki dönemde yaşam kalitesini sağlamayı da içerir. Cerrahın beyni ellerinden daha önemlidir. Cerrahların “harika ellerinin” olması gerektiği kanısı yaygındır ancak başarılı ameliyat için el ustalığı gerekir ancak daha önemlisi gerçekçi  karar vermektir.
 “Bir girişimde bulunacaksanız, kararsızlık kapılarını kapatın “ der  Nietzsche. İşte  iyi bir cerrah bu sözleri kanun kabul eder  ve ona göre davranır. Ancak cerrahların  en büyük sıkıntısı da burada başlar, çünkü  karşılaştıkları anormal durumların olağanüstü çeşitliliği karar vermenin zorluklarını kat kat arttırır. Bunun için cerrah  ameliyatta hatta yoğun bakım veya serviste çözümler yaratmak zorundadır. Bu çözüm belki de tıp tarihinde bir kerelik bir çözüm olacaktır. Bu durum ise şöyle bir sorunu beraberinde getirir : bulduğumuz çözümler bizim uydurduklarımızdır  ve insanlar bu bir kere bir şey uydurulduğunda sonuç iyiyse onu gerçek zanneder, özellikle uyduran kişi. Bu özelliğin doğrudan tanrı vergisi olduğunu düşünür. Cerrahi megalomani uçlara kayar. Cerrahların kendilerini tanrı hekim kabul etmenin önündeki engeller kalkar.  


Tarih yukarıdaki düşünceleri  cesaretlendiren sayısız söz ve eylemlerle  doludur. Örneğin Hipokrat   “kim cerrah olmak isterse savaşa gitmek zorundadır”  derken,  22 tıp kitabı yazmış olan  cerrahi hocası Prof  Mark Ravitch  (1910 – 1989) “cerrahi işlem kararı halk oylaması sonucu yapılmaz”  diyerek cerrahın egosunu şişirmekten sakınmamışlardır.  Keza  Rönesans’ın en önemli cerrahı Fransız Ambroise Pare (1517-1590) bir başka şekilde kanıtlamaktadır bu düşünceleri.  Beş kralın cerrahlığını yapan ve bir berber-cerrah olan Ambroise Pare'nin  eğitimi çok azdır, Latince ve Yunanca bilmediğinden üniversiteye gidememiş, babası ve amcası gibi berber-cerrah olmaya karar vermiştir. Pare, kendisini eleştiren tıp eğitimi almış Dekan  Etienne Gourmelen’e  “kitaplara bakmaktan başka, hayatında hiçbir şey yapmamış olan siz, bana nasıl cerrahiyi öğretmeye kalkarsınız ! Cerrahi elle ve gözle öğrenilebilir. Sizin tüm bildiğiniz koltuğunuzda rahatça otururken kafa ütülemektir“ demiştir.


Değerli hocamız Prof Dr Fikri Alican ise cerrahları tanrı, yarı tanrı veya standart hekim olarak değil, çok daha sağlıklı bir sınıflamaya tabi tutmuştur. Bir otobiyografi olan kitabında şöyle der:Cerrahın iyisi-kötüsü ameliyathanede belli oluyor. Yüksekten konuşmalar, huysuzluk nöbetleri, ameliyathane personeline kaba ve saygısız davranışlar, gergin bir hava yaratmak artık hoş görülmüyor. Bunlar kişinin kendine güveni olmadığını belli eder. Böyle psödo-cerrahlar, yani yalancı pehlivanlar her devirde olmuştur, bugün de vardır. Bunları anestezistler ve ameliyathane personeli bir görüşte tanıyor” .
Sözlerimi başımdan geçen bir olayla bitiriyorum ki, cerrahın felsefik  hatta psikolojik halleri hakkında bir ipucu verebilsin.  Asistanlığımın ilk yıllarındaydı, savaş cerrahisinin yoğun yapıldığı 1980 öncesi yıllardı. Yoğun geçen bir acil nöbet sonunda nöbetçi başasistanımız beni çağırdı ve hiç unutmayacağım ve cerrahinin ne olduğunu  veya ne olamayacağını anlatan şu sözleri söyledi : “ oğlum  bak şimdi, çalışkansın tamam ama bırak sen cerrahiyi, senden cerrah olmaz”. Neden diye sorma  fırsatı bile vermeden devam etti  “ulan ne küfretmeyi biliyorsun ne bağırmayı, küfür bilmeyen adamdan cerrah olmaz, senden iyi dahiliyeci olur”.  Bu sözler söylendikten sonra tam 30 yıl aktif cerrahlık yaptım.
Evet nokta…
 *  Bu yazının, bir zamanlar “tanrı hekim” iksirinden tatmış bir cerrah tarafından  yazıldığı  göz önünde bulundurularak okunması önerilir.



YARARLANILAN  KAYNAKLAR
Berger J,  Mohr J : Talihli Bir Adam (Bir Köy Doktorunun Hikayesi), Çev. Osman Akınhay,  Agora Kitaplığı, Ağustos 2008, İstanbul, s. 56
Çelik F : Hekimliğin Seyir Defteri,  Deomed Yayınları, 2013, İstanbul, (arka kapaktan)
Çelik F :  NARSİSİZM (Hayatın İçinde Değerlendirme) http://www.psikomitoloji.com/attachments/article/79/narsisizm.pdf  (erişim tarihi  15.12.2017)
Çotuksöken B : “Etik Nedir?”, Maltepe Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi ile İstanbul Marmara Eğitim Vakfının birlikte düzenledikleri “Etik” konulu Felsefe Söyleşileri: 3, Maltepe Ü. Yayınları, 2004
Uygur N : Bunalımdan Yaşama Kültürü, Ara Yayıncılık, İstanbul, 1989, s. 427-428
Çelik  F : Tıbbın ve Cerrahinin Felsefesi. Sağlık Düşüncesi ve Tıp Kültürü Dergisi, sayı 21, s: 94-97
Çelik F  : “ Tıp ve Sanat” , İlaç Kokulu Kitap, Cinius Yayınları,2007, s.11-18
Acıduman  İ ve ark. :  Cerrah İbrahim ve Alâ’im-i Cerrâhîn’in Nöroşirürji ile İlgili Bölümleri Türk Nöroşirürji Dergisi, 2007, Cilt: 17, Sayı: 3, s. 170-182
Baskan S : Cerrahide Özdeyişler,  Ulusal Cerrahi Kongresi, 2006,  sunum, 24-28 Mayıs, Antalya
Kelly N, Rees B, Shuter : Medicine Through Time,  Oxford  Press,  Heinemann, 2002. s.66
Alican F : Koca Meşe'nin Gölgesi, Doğan Kitap, 2000, s.27






 Dr Faik Çelik

18 Eyl 2017

Ötanazi ve Hekim, İçimdeki Deniz








Hekim  ötanazi  savunucusu olabilir mi ?  Son sözü ilk söyleyenlerdenim, bu nedenle de başım sıkça ağrır, en son söyleyeceğimi hemen söyleyeyim. EVET, hekim ötanazi yandaşı,  savunucusu olabilir, benim gibi.

Ötanazi, iyileşme olasılığı olmayan hastaların  ya da yaşamını kendi başına sürdüremeyecek ölçüde sakat olan bireylerin hayatlarını acı vermeyen bir yöntem kullanarak sona erdirme eylemi olarak tanımlanır. Latice “eu” yani hoş, mutlu ve “thatanotis” yani ölüm sözcüklerinden gelmektedir, kısaca “mutlu ölüm” demektir.Grekçede ise  ευθανασία   (ευ "good", θανατος “death”)  olarak yazılır. Literatürde çok farklı kullanımları vardır , bazıları şunlardır:
  •          euthanasia ,euthanasie
  •         active-passive-voluntary-involuntary euthanasia
  •      assisted suicide – PAS
  •          sterbehilfe
  •          mercy killing
  •          dying well
  •          death with dignity
  •          respected death


Ölümün mutlusu olur mu diyeceksiniz.   Olur ! Kızmayın hemen, siz de benim gibi 30 yıl boyunca ağrısından çılgına dönen, çaresizlikten yaşamı onur kırıcı bulan, yiyip içemeyen ve etrafındakilerin yardımlarıyla yaşayabilen,  gözlerindeki umutsuzluğu  saklayamayan, hatta bakışlarıyla sizi içinde bulunduğu durumdan kurtarmadığınız için sorumlu tutan, kanserli, felçli  veya dönüşümsüz hastalığı olan çocuk, genç, yaşlı, kadın, erkek yüzlerce, binlerce hastayla karşılaşmış ve de onlarla empatiye girmişseniz başka türlü düşünemezdiniz.

Ülkemizde ötanazi yasalarla yasaklanmıştır ve ağır suç kapsamındadır. Bazı ülkelerde ise  yasaldır. Aslında yıllardır süren ve sürecek bir tartışmadır, ötanazi. Olayın sadece tıbbi değil felsefik, teolojik, etik, yasal bir çok yönleri vardır. Ötanaziye karşı olmanın en beylik söylemi “hekimin asli görevinin insan yaşamını sürdürmek” olmasıdır. Bunun yanında  benim de kısmen katıldığım ötanaziyi kötüye kullanma kaygısı da söz konusudur. İnsan doğasında bulunan kötülük iç güdüsü yeni Mengele’ler, Kevorkyan’lar yaratabilir.
Temel soru şudur: yaşamak, her şeye karşın  yaşama şansı hiç olmayan ve belirli bir süre sonra ölecek olan insanın sadece bedenen değil ruhen de çok acı çekerek yaşaması mıdır ?  Bir kaza veya hastalık sonucu el ve ayakları başta olmak üzere tüm fonksiyonel organlarını kullanması dönüşümsüz olarak  kaybolan, sadece gözleri ile yaşayan, bilinci açık ama düşüncesini ifade edemeyen bir kişi sizce yaşıyor mudur ? Yoksa o sadece bir canlı mıdır? Eğer canlı ise,  istediği şekilde yaşama hakkı olduğu gibi,  acı çeken, mutsuz ve çaresiz bir  yaşamı istememe hakkı da yok mudur?

Hekim ya aktif olarak ötanaziye katılır (ölümü gerçekleştirecek maddenin verilmesi gibi) ya da pasif olarak (yaşamı devam ettiren tıbbi destek ve cihazların devre dışı bırakılması). Hasta açısından da ya hastanın isteğiyle, bireyin özgür iradesini kullanması ile ötanazi uygulanır ya da karar verme yeteneğinden yoksun (bilinci kapalı) hastanın yakınları veya yasal merciler tarafından alınan karar doğrultusunda ötanazi uygulanır.
Ötonazi bir intihar değildir. Bu konuyu uzun uzun tartışmak yerine aşağıdaki tabloyu vermekle yetineceğim.



    Pasif
    Aktif
    (yardımsız)
     Aktif
     (yardımlı)
 Volonter    (istemli)
 Vasiyet
 (DNR)
 Eve gitme

  İNTİHAR

  ÖTANAZİ
  PAS
Nonvoluntary
(hasta devre  dışında)
(withdrawing) Fiş çekme
Eve götürme
      
       X
(holddrawing)
  Yüksek doz      sedatif verme
Involuntary
(istemdışı)

   CİNAYET
      
            X

   CİNAYET


Tarihsel gelişme içinde  ötanazi yoğun olarak tartışılmıştır. Tıp tarihinin ve tıp etiğinin babası kabul edilen  Hipokrat (MÖ 460-377)  bugün de geçerliliğini koruyan ünlü “Hekimlik Andı”nda ötanaziye karşı çıkmıştır. Hastaların tedavisini, bütün güç ve düşüncemle onların yararına ayarlayacağım, benden istense bile, hiç kimseye zehir vermeyeceğim” demiştir.  Platon, ünlü Devlet adlı eserinde bedensel bozukluğu olanların ölüme bırakılmalarının hem devlet hem de birey için en sağlıklı çözüm olduğunu yazmıştır. Thomas More, 1516’da yazdığı Ütopya’sında çaresiz ve acı çeken bir hastanın yaşayan bir ölü olduğunu, böyle bir durumda hastanın ölümü seçmesinin onurlu bir davranış olduğunu ve saygı göreceğini yazar, hatta kişi bu kararı veremeyecek durumdaysa başkalarının ona yardım etmesini önermektedir. Ötanazi terimini ilk kez kullanan Francis Bacon ise henüz 17. yüzyılda “New Atlantis” adlı eserinde  hekimlerin görevinin sadece hastasını iyileştirmekle kalamayacağını, hastayı iyileştiremediği durumda daha fazla acı ve ızdırap çekmesini önlemek amacıyla ona kolay ve rahat bir ölüm hazırlamaları gerektiğini de yazmıştır. Filozof  John Stuart Mill (1806-1873) “iyi ölüm mutlu ölümdür” (a good death is a happy death) demiştir, bir diğer İngiliz felsefecisi  Jeremy Bentham (1748-1832) ise “ iyi ölüm ağrısız ölümdür” (a good death is a painless death) demektedir.  J.Rachels, bilinçli bir yaşam sürdürme olanağı olmayan bir kişi için yaşıyor veya ölüyor olmanın bir anlam ifade etmediğini ileri sürmüştür. Ivan Illich ve Kübler-Ross, içinde bulunduğumuz bilim ve teknoloji çağında insanın, kendi evinde huzurlu ve onurlu bir şekilde ölmesine izin verilmediğini düşünmektedirler. Özellikle çok ağır hastaların genellikle fikirlerini söylemeye hakları yokmuş gibi davranılmaktadır demektedirler. Günümüzde en yalın biçimiyle düşüncesini aktarlardan birisi de Prof. Jean-Louis Vincent dir  (Brüksel Erasme Üniversite Hastanesi Yoğun Bakım Direktörü) doktorların hastaların acısını hafifletmek ve bu acılara son vermek hak ve sorumlulukları olduğu kadar bazı koşullarda ölümü kolaylaştırıcı insani girişimlerde bulunma görevleri de vardır” demektedir.

Son sözü John Harris’e bırakalım: ”insan yaşamına değer vermek, bireyin yaşamı kendisi için değerli olduğu sürece, ölümün geciktirilmesi ve yaşam şansının olabildiğince yüksek tutulması gerekmektedir.  Ancak eğer kişi artık kendi yaşamına değer vermiyorsa ve ölüm kişi için daha yararlı olabilecekse bu koşulda ötanazi seçimi kişilere sunulabilmelidir.


Ötanazi AİHM’de
 
44 yaşında İngiliz bayan (Diane Pretty) sinir sistemini tutan, kendisini tekerlekli sandalyeye ve tüple verilen gıda ve ilaçlarla beslenmeye mahkum eden, acı çekerek öleceği bir hastalığa yakalanmış, ancak akli durumu ve melekeleri yerinde olduğundan, acılar içinde kıvranarak, kendini kaybederek, konuşması bozularak ölmek istemediğinden yaşamına son verme zamanını kendisi belirlemek istiyor, bu ötanazi isteğini yerine getirmeyi kabul eden eşinin suçlanmamasını sağlamak için tüm yargı organlarına, en son olarak da Lordlar Kamarası’na başvurmuş ancak isteği reddedilmiş. Bunun üzerine Strazburg’daki AİHM’ye başvurmuş, iki yasal dayanak ileri sürerek. Birincisi AİHS’nin 3. maddesi yani “insanlıkla bağdaşmayan ve küçük düşürücü işlemleri yasaklayan” madde, ikincisi ise aynı sözleşmenin 9. maddesi yani “insanların vicdan özgürlüklerin olduğunu” hükme bağlayan madde. Yüksek mahkeme bu dava için “öncelikle görüşme” kararı vererek 7 yargıçtan oluşan bir komisyona gönderdi. İngiltere’den acil görüş istendi. İngiliz Tıp Birliği “doktorlara iyileşme umudunu tamamen yitirmiş hastalarının tedavilerini sonlandırma hakkı tanınması gerektiğini bildirmiştir. Ancak AİHM bayan Pretty’e hak vermemiştir. Bu arada benzer başvurular çığ gibi artmaktadır. Eğer bir gün AİHM aktif ötanaziye evet derse Türkiye de dahil Avrupa Konseyi üye ülkelerinin çok büyük bir kısmının ötanazi ile ilgili yasalarını değiştirmeleri gerekecek, aynı idam cezasının kaldırılması gibi.

Tarihte bilinen ilk  ötanazi  Sokrates’in eylemidir. Kendisini ölüme mahkum edenlerin gözünde zayıf, onursuz bir şekilde ölmemek için baldıran zehirli kaseyi alır ve içer. “Haksız yere seni cezalandırıyorlar” diye üzülen karısına, ölüm kararını verenlerin gözünün içine bakarak “ya haklı olsalardı, o zaman üzülmen gerekirdi” diye cevap verir.



 
Bir başka ötanazi öyküsü: Bn. Hilda Hunt, 1913 Viyana doğumlu yani 91 yaşında, parkinson hastalığına yakalanıyor, kulakları duymamaya, yardımsız yaşayamamaya başlıyor, halbuki bağımsız yaşamayı seven enerjik, 2.Dünya Savaşı’nda direnişçi, 70’inde Himalaya’lara tırmanmış bir insan, şimdi böyle yaşamayı işkence olarak görüyor ve geçen sene ötanazi ile mutlu bir şekilde huzur içinde yaşamına son veriyor.
 
 
   Ötanazi Kuralları
 
   • Ötanazi isteyen hastanın 18 yaşını doldurmuş olması
   • Bilinçli olarak ve birkaç kez talep etmesi
   • Sadece fizik değil psikolojik açıdan da çaresiz bir aşamada olması
   • Terminal dönemde, dönüşümsüz hasar veya iyileşme ihtimali olmaması
   • Ötanazi talebinden sonra en az bir ay geçmesi
   • Tıbbın elindeki en uygun imkanlarla yapılması gereklidir.
 
   
İçimdeki  Deniz  (Ötanazi ile ilgili bir film)

İspanyol yönetmen Alejandro Amenabar'ın yönettiği  ve Javier Bardem'in başrolünü oynadığı 2004 yapımı bir filmdir. Konusu, denize tutkuyla bağlı bir adam olan Ramon’un  geçirdiği bir kaza sonrası boynundan aşağısı felçli kalması ve sonrasındaki yaşadıklarıdır.  Ramon bu şekilde felçli olarak  yaşamak istemez ve her fırsatta ötanazi olmak istediğini söyler. Ramon’un tek isteği 30 yıl direndiği bu yaşam şeklinden kurtulmak yani onurlu bir şekilde yaşamına son vermek, böylece içinde bulunduğu yaşam ile kaybettiği özgürlüğünü geri kazanmaktır. Ona göre “yaşamak bir haktır ama zorunluluk değildir”.  Ramon, “özgür olamıyorsanız ve yaşamınız tümüyle başkalarının desteğine bağlıysa gülümseyerek ağlamayı öğrenirsiniz” diyor ve “ben geçmişe değil geleceğe yani özgürlüğüme bakıyorum” diye devam ediyor. Filmde Ramon ağabeyine “yaşadığının hayat olmadığını, kendisini hareketsiz vücudu içinde bir köle gibi hissettiğini” söylemesi buna karşın ağabeyinin” esas kölenin kendisi karısı ve çocuğu olduğunu” ve “yıllarca kendisine hizmet ettiklerini” söylemesi filmin kırılma noktası, çünkü bu cevap  Ramon’u haklı çıkarıyor, başkalarına bağlı, özgürlüğü elinden alınmış bir insan olduğu çok net yüzüne söyleniyor, abisine verdiği cevap ise kararlılığını gösteriyor “senin erdemlerinin kölesi olmayacağım.”  İşte insan onuru!
   
Ölmek için bana yalvaran gözlerle karşılaştığım sürece hekim olarak,  ötanaziden yana olacağım ve ülkemizde yasallaşması için gayret sarf edeceğim, bir gün bana da lazım olabileceğinden değil, iyi hekimlik adına  inandığımdan.




“yaşamak bir hak ama mecburiyet değil”
İçimdeki Deniz



ölümümü, oğlumun eroin paramı karşılamasından daha onurlu buluyorum”

Barbarların İstilası