“Talihli Bir
Adam (bir köy doktorunun hikayesi)”
kitabında bahsedildiği gibi
insanlar arasında özelleşen ilk insandır hekim. Doğum ve ölümün tanığıdır, her doğum ve ölümde yaşamın kıymetini en gerçek bilen olmakla
özdeştir . Dünyaya gelen bir insan ilk
çığlığını bir hekimin elleri arasında atar, nüfus kütüğüne bir hekimin
imzasıyla kaydolur, son yolculuğuna da yine bir hekimin verdiği “defin ruhsatı” ile çıkar. Felsefe bu “insanlık hallerini” sorgular. Hekim özel bir insan olarak kabul
edilmiştir tarih boyunca, cerrahlar ise
kendilerini daha bir özel kabul ederler, neredeyse ilk çağların “tanrı hekim”
kavramının kendi içlerinde var olduğunu görürler,
zaten hekimleri “cerrahlar” ve “diğerleri” diye iki sınıfa
ayırmaları tam da bu nedenledir.
Genel bir değerlendirmeyle cerrahların büyük bir
çoğunluğu narsisistik kişiliktedir kanımca. Yani kişinin kendisini aşırı beğenmesi, kendisine hayranlık duyması, hatta uç bir yaklaşımla kişinin kendisine âşık
olması olarak kısaca tanımlanan kişilik hali. Cerrah olmayı hedefleyen kişiler hep önde ve hep gözde olmak isteyen, başkalarının düşünce ya
da isteklerine yeterince ilgi göstermeyen,
her zaman saygı görmeyi bekleyen, başarı ve yeteneklerini abartan, övgü
ile beslenen ve kendilerinin çok önemli,
çok özel ve vazgeçilemez olduklarına inanan kişilerdir, yani
bir çeşit tanrı hekimdirler. İstisnalar kaideyi bozmaz tabii ki. Bu saptamayı daha geniş boyutlarıyla inceleyelim.
Tarih öncesi çağlarda insanların yaşam ve talihlerini
etkilediği düşünüldüğünden, yıldızlara, güneş, ay ve doğa olaylarına “tanrılık” yakıştırılıyordu. Bu bağlamda hastalıkların
iyileştirilmesinde de tanrılara yakın olan
kişilerin yetkin oldukları düşünülmekte ve onlar da tanrı olarak kabul
edilmekteydi. Örneğin Mısır mitolojisinde her ne kadar bir çok tanrının,
sağlığı koruyucu ve iyileştirici özelliklerinden bahsedilmiş olsa da, MÖ 2800
yıllarında yaşamış olan İmhotep’in ilk tanrı hekim olduğu kabul edilir. Eski Yunanistan’da da hekimlerin tanrı soyundan geldiğine inanılmış ve
bu hekimler sağlık ve şifa tanrıları adına yapılan tapınaklarda mesleklerini
icra etmişlerdi. Bunların en bilineni Aesculapius’dur. MÖ 1200’lerde yaşadığı sanılan Aesculapius “tanrı hekim” olarak kabul edilmiştir. Din kurumsallaşmaya başlayınca tıp da
tapınaklara taşınmıştır. Zaten tıp ve din tarihi, kişinin kötü güçlere
karşı korunmasını hedeflediklerinden her zaman iç içe olmuşlardır.
Hekimliğin ve tıbbın babası kabul edilen Hipokrat da (Hippocrates)
tanrı soyundan gelmektedir. Ancak çağdaşı Sokrat’tan (Socrates) etkilenen Hipokrat, tanrıların etkisi altında
kalmayarak bilimsel bir yol izlemiş, tıbbı tapınaklardan yeryüzüne indirmiştir. Hekimlik ayrışmaya ve özelleşmeye başladıkça,
cerrahi ile ilgilenen hekimler de farklılaşmış ve genel “tanrı
hekim” kavramı yavaş yavaş cerrahi ile uğraşan hekimlere yani cerrahlara doğru
kaymıştır.
MS I. yüzyılda, Roma’da Cornelius Celsus, “De re medica (de medicina)” adlı latince yazılmış ilk bilimsel tıp
çalışması olan eserinde hastalıkları diyetle, ilaçla ve cerrahi müdahale ile
iyileşenler olarak sistematize etmiştir. Celsus bu çalışmasında VII. bölümde ideal bir cerrahı
şöyle tanımlar “bir cerrah genç olmalı ya da yaşlılıktan çok gençliğe yakın
olmalıdır, elleri güçlü ve sağlam olup asla titrememelidir. Sol elini de en az
sağ eli kadar iyi kullanmalı, gözleri keskin, ruhu cesur olmalı, hastasını
iyileştirmeyi isteyecek kadar merhametli olmalı ama onun haykırışlarına bakıp
çok hızlı ya da gereğinden az kesmemelidir, bütün çığlıklar onun duygularını
hiç etkilemiyormuş gibi işi neyi gerektiriyorsa onu yapmalıdır” . Buradan çıkan sonucun, cerrah hekimin, standart hekimden daha özel
niteliklere sahip olduğu açıktır.
MS 3. ile 5. yüzyıllar arasında Roma
İmparatorluğu’nun zayıflaması buna karşın Roma kiliselerinin güçlenmesi döneminde
“ inancın” tıbbı esir aldığını
görmekteyiz. Bu dönemde kiliseler şifa ve tıp merkezleri, keşişler ise şifalı
ilaç listelerine sahip kişilerdi. MS 5.
ve 9. yüzyıllar arası “karanlık çağ” olarak adlandırılır, bu dönemde de mistisizm tıbba hakimdi. Avrupa’da tıp,
kilisenin etkisinde kaldığından, rahiplerin cerrahi ve jinekolojik vakaları
tedavi etmeleri uygun görülmemekteydi, bu tip vakaları rahip-hekimler yerine “berber-cerrahlar”
veya ebeler sahipleniyordu. Cerrahinin
uğraş alanı kan, balgam, irin gibi pis ve kötü maddelerle
uğraşılan bir alan, dolayısıyla cerrahi ile uğraşanlar da ikinci sınıf hekim
olarak değerlendiriliyordu. Bu dönemde dahi cerrah, tanrı olmasa da “yarı tanrı hekim” olarak
görülüyorlardı. Bu hekimlere en iyi iki örnek, Ambroise Pare ve Fransa
Kralı 14. Louis’nin hekimi berber-cerrah Felix’dir. XI. yüzyılın sonunda cerrahlar kendi loncalarını kurmaya
başladılar. Ancak bunlarla birlikte daha da az eğitim görmüş cerrahlar yani
berberler de faaliyetteydiler. İngiltere’de berberler ve cerrahlar loncası XIV. yüzyılda birleşti ve
1540’da yapılan bir anlaşma ile cerrahlar berberlik yapmama ve berberler de
yaptıkları cerrahinin diş hekimliği konusunda sınırlı kalması konusunda anlaştılar. Berber-cerrahlar XVIII. yüzyılın sonlarına kadar tıpta
önemli bir gerçek olarak kaldılar.
Ortaçağ tıp metinlerinde iki kavram net olarak ayrılmıştı; hekim için “tıpçı”, cerrah için “yetkin, işin
ehli” tanımları yapılmıştı.
İnsanın yapısal özelliğini de dikkate alan
Aristoteles, bilgiyi, nesnesine ve amacına göre üçe ayırır: Praktike (pratik bilim), tümüyle
eylemlerle ilgilidir, bu bağlamda, insanın iyiyi isteyen bir varlık oluşu
temele alınmıştır ve bu bilgi, eylemin bilgisidir. Poietike (poetik bilim) sanatın bilgisidir, burada yaratıcılık ve
amacı dışarda olan bir eylem biçimi
vardır. Teoretike (teorik bilim),
burada ise her türlü var olanın kuramsal biçimde ele alınışı söz konusudur. Bir
özne olarak hekim ya da doktorun, ürettiği ve/veya kullandığı bilgiler,
Aristoteles’in yukarıda gösterilen bilgi türlerinden sadece birine değil,
hepsine girmektedir. Bu bilgiler, bilgiyi üretme ve kullanma sürecinde, pratik,
poetik ve teorik niteliğiyle ortaya çıkmaktadır. Hekim aynı zamanda bir sanatçı
gibidir; techne’nin, sanatın
uygulayıcısıdır ve kendinden istenilen ve beklenilen, bilgilerini yaratıcı,
dönüştürücü, üretici bir anlayışla kullanmasıdır. Bu düşünceler cerrahları daha
da çok bağlamaktadır. Latincede “cerrah”, chirurgus
olarak bilinir. Köken chir ,
Eski Yunanca’daki kheir (
el ) ve urgus
ise ergon
(iş) ‘dan geliyor. Böylece “chirurgus”, el-işi-gören, yaptığını
elleriyle gerçekleştiren kişi anlamına geliyor. Kuram ile eylemin ortaklaşa
yapıp yaratmasıdır diyor “ameliyat” için Nermi Uygur. Gerçekten de cerrah bir sanatçı
titizliğiyle amacına ulaşmaya çalışır, kuşkusuz cerrahi
yalnızca el becerisine dayanmaz .
Tıbbın “bilgi ve beceriler bütününden oluşan” bir
sanat olduğunu belirttik. Ancak tıp içinde cerrahiyi etkileyici ve gizemli kılan ise bilimin yanı sıra sanat
yönünün çok yüksek seviyede olmasıdır. Cerrahinin kendine özgü bir felsefesi
vardır, bu felsefe cerrahi anlayışının da özüdür. Çünkü insan vücudunu kesmek-dikmek gibi vücut bütünlüğüne yönelik bir
eylemi yapma hakkının sadece kendilerine tanınmış olduğunu bilen cerrahlar her
ne kadar mesleki eylemlerinin yasalarla sınırlanmış olduğunu bilseler de, bu ayrıcalıklarının kendilerine
verdiği özgüveni ve yaratıcı yani
sanatçı yönünü daima hissettirmektedirler. Antik Hindistan’da ünlü hekim Susruta MÖ 400’de kitabında şöyle
demiştir “hekimlik iyileştirme sanatının ilk ve en yüksekte duran bölümüdür, iç
bütünlüğü olan, cennetin işleyen bir parçası ve yer yüzündeki şöhretin ta
kendisidir”. Susruta devam etmekte "cerrahi,
bir kanadı bilim, bir kanadı sanat olan bir kuşa benzer, kanatlarından biri
olmazsa uçamaz" demektedir. Büyük cerrah, entelektüel lider, örnek
hoca Prof Dr Hüsnü Göksel’in bir konferansta söylediği şu sözler çağımızda da cerrahinin farklı bir
yerde değerlendirildiğini göstermektedir. “Bilim
ve sanattır cerrahi dedik. Bilimin itici gücü akıl, sanatın itici gücü
duygudur. Cerrahi bu iki gücün dengede olmasını gerektirir. Bu denge bir
kişilik oluşturur. Cerrahın kişiliğidir bu. Bitmeyen bir öğrenciliğin, güzel
sanatla güzelleştiği, sabırlı, merhametli, yeniliklere açık, yenilikler
araştıran, hümanist bir kişilik” .
Görüldüğü gibi cerrahlar tanrı
hekimden standart hekime evrilmede yüzyılımızda
da ayak diremektedir.
Kabul etmeliyiz ki cerrahlarda diğer hekimlere göre
bir farklılık vardır. Hekimler arasında “dogmaya” en çok eğilim gösteren grup
cerrahlardır, çünkü tıpta kesinliğe ve dolayısıyla eylemlerinde kesinliğin
gerekliliğine inanırlar. Cerrahide kararsızlığa yer yoktur, bu nedenle karar
doğru da olsa yanlış da olsa verilir, işte bu kesinlik ve keskinlik zaman zaman
cerrahi felsefeyi sorgulatmaktadır. Ancak
cerrahi bilgi ve beceriler, binlerce yıldan beri nice hekim ve cerrahın
gözlemlerinden ve deneyimlerinden
süzülüp gelmiştir ve bu böylece sürüp
gidecektir de. Bu süreç tıp kitapları ve
öğretim araçlarıyla veya doğrudan
doğruya pratik olarak usta-çırak
ilişkileri içinde nesilden nesile aktarılmıştır.
Cerrahi felsefede iyi bir cerrah olmak için çalışkan ve dayanıklı, esnek ve
uyum sağlama yetenekli, merhametli ve tevazu sahibi ve kararlı olmak ön koşullardır.
Cerrah İbrahim tarafından on beşinci yüzyıl sonu ve on altıncı yüzyıl başlarında yazılmış olan Ala’im-i Cerrahin’de cerrahlar ve cerrahlık hakkında yazılan düşüncelerin günümüzde de
fazlaca değişmediği görülmektedir. Şöyle demektedir Cerrah İbrahim: “Cerrah öncelikle ilminde dürüst olmalıdır.
İlminde dürüst olanın işi de rast gider. Cerrah şefkatli, güler yüzlü ve alçak
gönüllü olmalıdır. Bu meslekte üstat olanların izinden gitmeli, onları
yermemelidir. Cerrahın “eli uz, gönlü düz” olmalı, hiçbir şey ondan
incinmemelidir. Cerrah ilaçların bütün özelliklerini bilmelidir.
Bir cerrah olmakta belli derecede cüret vardır, başkasına “bıçak çekmek” cüreti denebilir buna. Başka bir insanın vücuduna bıçağı vurmak
için sağlıklı bir egonun olması gerekir, bir insanın ameliyathanede doğru karar
alacağı ve buna uygun hızla çalışacağı kabiliyetine olan inancı ile, elindeki bistürinin (bıçağın) hastalıkları tedavide
sihirli değnek olduğuna inanan ego arasında ne yazık ki kaçınılmaz bir çelişki
vardır. Cerrahide karar vermek elinizin, bistürinizin altındaki
insanın varlığını korumayı hedeflemenin yanı sıra kararınızdan sonraki
dönemde yaşam kalitesini sağlamayı da içerir. Cerrahın beyni ellerinden daha
önemlidir. Cerrahların “harika ellerinin” olması gerektiği kanısı yaygındır
ancak başarılı ameliyat için el ustalığı gerekir ancak daha önemlisi gerçekçi karar vermektir.
“Bir girişimde bulunacaksanız, kararsızlık
kapılarını kapatın “ der Nietzsche.
İşte iyi bir cerrah bu sözleri kanun
kabul eder ve ona göre davranır.
Ancak cerrahların en büyük sıkıntısı da burada başlar, çünkü karşılaştıkları anormal durumların olağanüstü
çeşitliliği karar vermenin zorluklarını kat kat arttırır. Bunun için cerrah ameliyatta hatta yoğun bakım veya serviste
çözümler yaratmak zorundadır. Bu çözüm belki de tıp tarihinde bir kerelik bir
çözüm olacaktır. Bu durum ise şöyle bir sorunu beraberinde getirir : bulduğumuz
çözümler bizim uydurduklarımızdır ve
insanlar bu bir kere bir şey uydurulduğunda sonuç iyiyse onu gerçek zanneder,
özellikle uyduran kişi. Bu özelliğin doğrudan tanrı vergisi olduğunu düşünür.
Cerrahi megalomani uçlara kayar. Cerrahların kendilerini tanrı hekim kabul etmenin
önündeki engeller kalkar.
Tarih yukarıdaki düşünceleri cesaretlendiren sayısız söz ve
eylemlerle doludur. Örneğin
Hipokrat “kim
cerrah olmak isterse savaşa gitmek zorundadır” derken, 22 tıp kitabı yazmış olan cerrahi hocası Prof Mark Ravitch (1910 – 1989) “cerrahi işlem kararı halk oylaması sonucu yapılmaz” diyerek cerrahın egosunu şişirmekten
sakınmamışlardır. Keza Rönesans’ın en önemli cerrahı Fransız Ambroise Pare (1517-1590) bir
başka şekilde kanıtlamaktadır bu düşünceleri. Beş kralın cerrahlığını yapan ve bir
berber-cerrah olan Ambroise Pare'nin
eğitimi çok azdır, Latince ve Yunanca bilmediğinden üniversiteye
gidememiş, babası ve amcası gibi berber-cerrah olmaya karar vermiştir. Pare,
kendisini eleştiren tıp eğitimi almış Dekan Etienne
Gourmelen’e “kitaplara bakmaktan
başka, hayatında hiçbir şey yapmamış olan siz, bana nasıl cerrahiyi öğretmeye
kalkarsınız ! Cerrahi elle ve gözle öğrenilebilir. Sizin tüm bildiğiniz
koltuğunuzda rahatça otururken kafa ütülemektir“ demiştir.
Değerli hocamız Prof Dr Fikri Alican ise cerrahları
tanrı, yarı tanrı veya standart hekim olarak değil, çok daha sağlıklı bir
sınıflamaya tabi tutmuştur. Bir otobiyografi olan kitabında şöyle der: “Cerrahın iyisi-kötüsü ameliyathanede belli oluyor. Yüksekten konuşmalar,
huysuzluk nöbetleri, ameliyathane personeline kaba ve saygısız davranışlar,
gergin bir hava yaratmak artık hoş görülmüyor. Bunlar kişinin kendine güveni
olmadığını belli eder. Böyle psödo-cerrahlar, yani yalancı pehlivanlar her
devirde olmuştur, bugün de vardır. Bunları anestezistler ve ameliyathane
personeli bir görüşte tanıyor”
.
Sözlerimi başımdan geçen
bir olayla bitiriyorum ki, cerrahın felsefik hatta psikolojik halleri hakkında bir ipucu
verebilsin. Asistanlığımın ilk
yıllarındaydı, savaş cerrahisinin yoğun yapıldığı 1980 öncesi yıllardı. Yoğun geçen
bir acil nöbet sonunda nöbetçi başasistanımız beni çağırdı ve hiç unutmayacağım
ve cerrahinin ne olduğunu veya ne
olamayacağını anlatan şu sözleri söyledi : “ oğlum bak şimdi, çalışkansın
tamam ama bırak sen cerrahiyi, senden cerrah olmaz”. Neden diye sorma fırsatı bile vermeden devam etti “ulan ne
küfretmeyi biliyorsun ne bağırmayı, küfür bilmeyen adamdan cerrah olmaz, senden
iyi dahiliyeci olur”. Bu sözler
söylendikten sonra tam 30 yıl aktif cerrahlık yaptım.
Evet nokta…
* Bu yazının, bir zamanlar “tanrı hekim”
iksirinden tatmış bir cerrah tarafından
yazıldığı göz önünde
bulundurularak okunması önerilir.
YARARLANILAN KAYNAKLAR
Berger J, Mohr J : Talihli Bir Adam (Bir Köy Doktorunun Hikayesi), Çev. Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, Ağustos 2008, İstanbul, s.
56
Çelik F : Hekimliğin Seyir Defteri, Deomed Yayınları, 2013, İstanbul, (arka
kapaktan)
Çotuksöken B : “Etik
Nedir?”, Maltepe Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi ile İstanbul Marmara
Eğitim Vakfının birlikte düzenledikleri “Etik” konulu Felsefe Söyleşileri: 3, Maltepe Ü.
Yayınları, 2004
Uygur N : Bunalımdan Yaşama Kültürü, Ara
Yayıncılık, İstanbul, 1989, s. 427-428
Çelik F : Tıbbın ve Cerrahinin Felsefesi. Sağlık
Düşüncesi ve Tıp Kültürü Dergisi, sayı 21, s: 94-97
Çelik F
: “ Tıp ve Sanat” , İlaç Kokulu Kitap, Cinius Yayınları,2007, s.11-18
Acıduman
İ ve ark. : Cerrah İbrahim ve Alâ’im-i Cerrâhîn’in
Nöroşirürji ile İlgili Bölümleri Türk Nöroşirürji Dergisi, 2007, Cilt: 17,
Sayı: 3, s. 170-182
Baskan S : Cerrahide Özdeyişler, Ulusal Cerrahi
Kongresi, 2006, sunum, 24-28 Mayıs,
Antalya
Kelly N, Rees B, Shuter : Medicine
Through Time, Oxford Press, Heinemann, 2002. s.66
Alican F : Koca Meşe'nin Gölgesi, Doğan Kitap, 2000, s.27
Dr Faik Çelik