Ölümcül hastalık, adı
üstünde, eskilerin deyimiyle “maraz-ı mevt”. Tıp insanların sağlığı için
uğraşırken kendi sağlığında da sorunlar yaşamakta, bir takım hastalıklara
yakalanmakta, bunlarla da uğraşmaktadır. Tıp tarihinin uzun tünelinde “büyücülük, şarlatanlık, ortaçağ karanlığı,
bilimsel kıskançlık” gibi birçok hastalığı görmekteyiz. Ama akıl ve
sağduyunun yanına bilimi alan tıp, bu hastalıkların çoğunu yenmiş, bir kısmının
kökünü kazımış bir kısmını ise kontrol altına almıştır. Ancak tıbbın başı bu
kez yeni bir hastalık ile derttedir. Bu tedavisi henüz bilinmeyen yeni
ölümcül bir hastalıktır, adı “mekanikleşme”dir.
Son 50 yıldır
teknolojide görülen olağanüstü gelişmeler tıpta da etkisini
göstermiş, yeni ve gelişmiş olanaklar tanı ve tedavide yoğun olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Tıp teknolojisinde ve bu teknolojinin kullanımında ortaya çıkan olumlu ve
olumsuz değişiklikler ve sonuçları üzerinde önemle durmak gereklidir. Olumlu
sonuçlar için başta yazılı ve görsel basında hatta şehir meydanlarındaki billboardlarda yeterince bilgi verilmektedir.
Tabii hakkını yemeyelim, bu konuda bilimsel çalışmalar da oldukça yoğun
yapılmaktadır. Olumlu gelişmeleri ve sonuçları şöyle bir kenara koyalım. Bu
yazıda olumsuz sonuçlardan biri ve en önemlisi üzerinde, tıp sanatının
mekanikleşmesi üzerinde duracağım. Tıp
mekanikleşince hekim bir teknisyen, hasta ise tam anlamıyla bir cihaz konumuna
düşmektedir. Tıbbın insancıl yönünü vurgulayan bu yazıda amacım çoğu zaman
yapıldığı gibi “kötülüğün faturasını teknoloji’ye
çıkarmak”, onu günah keçisi yapmak asla değildir. Çünkü teknolojiyi de, ona
kaynaklık eden bilimi de bizler, insanoğlu üretiyoruz ve yine bizler kendimiz
için kullanıyoruz.
Gelişen tıbbi
teknolojinin tıbbı nasıl etkilediğinin, tanı ve tedavide hangi yenilik ve
kolaylıkları getirdiğinin, hekimlerin ve hastaların bu teknolojiden nasıl
etkilendiğinin, onlara neler kazandırdığının şüphesiz farkındayım. Ancak aynı
zamanda nasıl bağımlılık yarattığının ve tıp sanatından nasıl uzaklaşıldığının
da farkındayım. Daha yüksek teknoloji kullanan tıp dalları giderek önem
kazanıyorlar, bu bölümler sağlık hizmeti sunumunda yüksek gelirler elde
ediyorlar, bu nedenle giderek daha yoğun bir şekilde yüksek teknolojiye yönelme
oluyor. “Peki, bunun ne zararı var?”
denilebilir. Gelin bunu birlikte irdeleyelim…
Teknolojiye duyulan
güvenle birlikte, yüksek teknolojik yöntemler, tıbbın temeli ve insani öğesi
olan anamnez almanın (hastanın hikayesini alma) ve fizik muayenenin önüne
geçmektedir. Hekim ile hastanın insan
olarak karşı karşıya geldiği, iletişim kurduğu, belki de hasta-hekim arasında
güven duygusunun en çok oluştuğu (veya yok olduğu) süreç olan anamnez almak,
muayene etmek, hastayla iletişim kurmak, ona dokunmak gibi safhalar ortadan
kalkıyor. Böylece hastasına zaman ayıramayan hatta ayırmak istemeyen doktor bu teknolojik tanı yöntemlerine bağımlı hale geliyor. Bu durumda hekimliğin, hastayı biyolojik, psikolojik ve sosyal ortamı
ile ele almayı gerektiren bir sanat olduğunu evlatlarımıza öğretmekte ne yazık
ki başarısız olmaktayız. Robotik cerrahiye karşı değilim ama cerrahların
robotlaşmasından endişe duyuyorum. Her hastada aynı robotlaşmış hareketlerle
mesleği icra etmeye doğru gidildiğini görüyorum ve tıp sanatı adına tedirgin
oluyorum. Tıbbın giderek teknolojiye bağımlı hale geldiği hatta onunla özdeşleştiği, farklı seslerin teknoloji karşıtlığı olarak algılandığı, bu nedenle de farklı bir ses çıkarmanın gittikçe güçleştiği bir ortamda, böyle bir yazı yazma gereğini duydum. Çünkü son teknolojiyi
kullanmayan hekimin bir şeyleri atlayacağı veya yanlış yapacağı düşüncesi o
kadar baskın ve yaygındır ki; hekim kendisini, daha iyi olanı yapmak için daha
yeni ve daha pahalı olan teknolojiyi kullanmak zorunda hissetmektedir.
Başka bir deyişle, hekim tıp sanatını özgürce yapamamaktadır. Kısaca bu baskıcı
ortam hekimliği sanat olmaktan çıkarıp mekanik bir meslek haline getirmektedir.
Bu sadece ülkemize ait
bir olgu da değildir, bu durum dünyanın gerçeğidir. Örneğin İngiltere’de 2020
yılını hedef alan bir “Teknoloji Öngörü Programı”nda “Sağlık Mühendisliği”
başlığını taşıyan bölümde şu tavsiyeler yer alıyor: “Hükümetin, fon sağlayan kurumların ve üniversitelerin matematik,
biyoloji, tıp, mühendislik bilimleri ve fizik bilimler arasında daha iyi bir
‘entegrasyon’ sağlamanın yollarını bulması gereklidir”. Görüldüğü gibi
burada da tamamen bilim-teknoloji-mekanikleşme ön plana alınmıştır. Bu metinde etik, hak-hukuk, iletişim, empati-sempati,
sanat, tarih, felsefe vb. hiçbir insani değer yer almamıştır. FDA’nın “National
Center for Toxicological Research” raporunda FDA Biyofarmasötik Bölümü Başkan
Yardımcısı Felix Frueh bakın ne güzel bir sorgulama yapıyor: “Neden bazı insanlar kanser olur da bazıları
olmaz? Kanser bazısında neden daha saldırgandır? Neden bu ilaç sizde etkisini
gösterir de beni etkilemez? Neden bir başkası için etkin dozun iki katına
çıkması gerekir? Neden bazıları için standart dozun yarısı yeterli olur?” Bu
sorgulamada insan faktörünün önemi vurgulanmakta,herkese aynı yüksek
teknolojiyi uygulamanın, “tek boyutlu tıp” yaklaşımında bulunmanın ne kadar doğru olduğu sorgulanmaktadır. “Hastalık yok hasta vardır” söylemini
çöpe mi atmamalıyız. Doğru zamanda,
doğru hasta için, doğru yöntemle tanı koymak ve tedavi etmek için ileri
teknoloji veya komplike yöntemler ne derece sağlıklıdır, sorgulamalıyız. Uygun dozda, uygun ilaç ve uygun girişim
uygulamak için mekanikleşmek şart değildir. Sadece laboratuvar ve görüntüleme sonuçlarına
bakarak tanı koyan bir hekim kuşağı geliştiğinin farkına varmak zorundayız. Eskiden
biz hekimleri Hulusi Behçet’ler, T. Billroth’lar, Muzaffer Aksoy’lar,
T.Kocher’ler yönlendiriyordu. Şimdi ise Storz’lar, Ausculap’lar, Siemens’ler, GE’ler,
Ethicon’lar yönlendirmekte. İlk gruptakiler etiyle kemiğiyle, duygularıyla
düşünceleriyle insandı. İkinci gruptakiler ise cıvatasıyla, çipleriyle, ekranlarıyla,
voltajlarıyla cansız objeler, makineler, yani teknoloji.
İyi bir hekimin
sanatçı yanının da kuvvetli olması gerektiğini ısrarla vurgulamaktayız, çünkü
bir hekim ne kadar bilgili ve deneyimli olursa olsun, insanların, hastalarının,
hasta yakınlarının duygu ve düşüncelerini anlamak, hissetmek, empati yapmak
zorundadır. Hasta, hekim için, “19
numaralı hasta” değildir, olmamalıdır; “katarakt
ameliyatı olacak hasta” değildir olmamalıdır, “pencere kenarındaki yatakta yatan diyabetli kadın” hiç değildir,
olmamalıdır! Bu hastalar Ali Bey’dir,
Ayşe Hanım’dır, Bay Çelik’tir, Bayan Çelik’tir. Bunlar anamız, babamız, yakınımız değildir belki ama
onlar bizden sadece tedavi olmayı bekleyen insanlar da değildir. En insani
değerler olan sevgi, şefkat, saygı, hoşgörü, samimiyet, dürüstlük,
yardımseverlik, iyilik bekleyen insanlardır. Bize güvenen, en kutsal hakkı olan
yaşama hakkını teslim eden insanlardır. Kendileriyle konuşulmasını ve
dinlenilmesini beklemektedirler. Hatırlarının sorulmasını, sıkıntılarının
olup olmadığının öğrenilmesini istemektedirler. Ellerinin tutulmasını,
sırtlarının okşanmasını, ilaçların iyi gelip gelmediğinin, ağrılarının olup
olmadığının sorgulanmasını istemektedirler. Mekanik doktor değil, tıp sanatını
uygulayan hekim istemektedirler. Bu isteklerinin masum ve doğal olduğunun da
bilincindedirler. Ama ne yazık ki, isteklerine yanıt verebilecek hekim sayısı
azalırken mekanikleşen doktor sayısının artmakta olduğunun da farkındadırlar.
“Ölümcül Hastalık Umutsuzluk” adlı eserinde Kierkegaard, “bir şeyden umutsuzluğa düşmenin gerçek
umutsuzluk sanıldığı çağımızda, asıl umutsuzluğun insanın kendinden umutsuzluğa
düşmesi olduğu” saptamasını hatırlatarak, tıbbın bu ölümcül hastalığının da
çaresinin bulunacağı ve çarenin bizlerde, yine hekimlerde olduğuna dair
umudumuzu koruduğumuzu vurgulayarak yazımızı noktalayalım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder