Sayfalar

12 Nis 2012

Tıbbın ölümcül hastalığı: MEKANİKLESME



Ölümcül hastalık, adı üstünde, eskilerin deyimiyle “maraz-ı mevt”. Tıp insanların sağlığı için uğraşırken kendi sağlığında da sorunlar yaşamakta, bir takım hastalıklara yakalanmakta, bunlarla da uğraşmaktadır. Tıp tarihinin uzun tünelinde “büyücülük, şarlatanlık, ortaçağ karanlığı, bilimsel kıskançlık” gibi birçok hastalığı görmekteyiz. Ama akıl ve sağduyunun yanına bilimi alan tıp, bu hastalıkların çoğunu yenmiş, bir kısmının kökünü kazımış bir kısmını ise kontrol altına almıştır. Ancak tıbbın başı bu kez yeni bir hastalık ile derttedir. Bu tedavisi henüz bilinmeyen yeni ölümcül bir hastalıktır, adı “mekanikleşme”dir.

Son 50 yıldır teknolojide görülen olağanüstü gelişmeler tıpta da etkisini göstermiş, yeni ve gelişmiş  olanaklar tanı ve tedavide yoğun olarak kullanılmaya başlanmıştır. Tıp teknolojisinde ve bu teknolojinin kullanımında ortaya çıkan olumlu ve olumsuz değişiklikler ve sonuçları üzerinde önemle durmak gereklidir. Olumlu sonuçlar için başta yazılı ve görsel basında hatta şehir meydanlarındaki  billboardlarda yeterince bilgi verilmektedir. Tabii hakkını yemeyelim, bu konuda bilimsel çalışmalar da oldukça yoğun yapılmaktadır. Olumlu gelişmeleri ve sonuçları şöyle bir kenara koyalım. Bu yazıda olumsuz sonuçlardan biri ve en önemlisi üzerinde, tıp sanatının mekanikleşmesi üzerinde duracağım. Tıp mekanikleşince hekim bir teknisyen, hasta ise tam anlamıyla bir cihaz konumuna düşmektedir. Tıbbın insancıl yönünü vurgulayan bu yazıda amacım çoğu zaman yapıldığı gibi “kötülüğün faturasını teknoloji’ye çıkarmak”, onu günah keçisi yapmak asla değildir. Çünkü teknolojiyi de, ona kaynaklık eden bilimi de bizler, insanoğlu üretiyoruz ve yine bizler kendimiz için kullanıyoruz.

Gelişen tıbbi teknolojinin tıbbı nasıl etkilediğinin, tanı ve tedavide hangi yenilik ve kolaylıkları getirdiğinin, hekimlerin ve hastaların bu teknolojiden nasıl etkilendiğinin, onlara neler kazandırdığının şüphesiz farkındayım. Ancak aynı zamanda nasıl bağımlılık yarattığının ve tıp sanatından nasıl uzaklaşıldığının da farkındayım. Daha yüksek teknoloji kullanan tıp dalları giderek önem kazanıyorlar, bu bölümler sağlık hizmeti sunumunda yüksek gelirler elde ediyorlar, bu nedenle giderek daha yoğun bir şekilde yüksek teknolojiye yönelme oluyor. “Peki, bunun ne zararı var?” denilebilir. Gelin bunu birlikte irdeleyelim…

 

Teknolojiye duyulan güvenle birlikte, yüksek teknolojik yöntemler, tıbbın temeli ve insani öğesi olan anamnez almanın (hastanın hikayesini alma) ve fizik muayenenin önüne geçmektedir.  Hekim ile hastanın insan olarak karşı karşıya geldiği, iletişim kurduğu, belki de hasta-hekim arasında güven duygusunun en çok oluştuğu (veya yok olduğu) süreç olan anamnez almak, muayene etmek, hastayla iletişim kurmak, ona dokunmak gibi safhalar ortadan kalkıyor. Böylece hastasına zaman ayıramayan hatta ayırmak istemeyen doktor bu teknolojik tanı yöntemlerine bağımlı hale geliyor.  Bu durumda hekimliğin, hastayı biyolojik, psikolojik ve sosyal ortamı ile ele almayı gerektiren bir sanat olduğunu evlatlarımıza öğretmekte ne yazık ki başarısız olmaktayız. Robotik cerrahiye karşı değilim ama cerrahların robotlaşmasından endişe duyuyorum. Her hastada aynı robotlaşmış hareketlerle mesleği icra etmeye doğru gidildiğini görüyorum ve tıp sanatı adına tedirgin oluyorum. Tıbbın giderek teknolojiye bağımlı hale geldiği hatta onunla özdeşleştiği, farklı seslerin teknoloji karşıtlığı olarak algılandığı, bu nedenle de farklı bir ses çıkarmanın gittikçe güçleştiği bir ortamda, böyle bir yazı yazma gereğini duydum. Çünkü son teknolojiyi kullanmayan hekimin bir şeyleri atlayacağı veya yanlış yapacağı düşüncesi o kadar baskın ve yaygındır ki; hekim kendisini, daha iyi olanı yapmak için daha yeni ve daha pahalı olan teknolojiyi kullanmak zorunda hissetmektedir. Başka bir deyişle, hekim tıp sanatını özgürce yapamamaktadır. Kısaca bu baskıcı ortam hekimliği sanat olmaktan çıkarıp mekanik bir meslek haline getirmektedir.

Bu sadece ülkemize ait bir olgu da değildir, bu durum dünyanın gerçeğidir. Örneğin İngiltere’de 2020 yılını hedef alan bir “Teknoloji Öngörü Programı”nda “Sağlık Mühendisliği” başlığını taşıyan bölümde şu tavsiyeler yer alıyor: “Hükümetin, fon sağlayan kurumların ve üniversitelerin matematik, biyoloji, tıp, mühendislik bilimleri ve fizik bilimler arasında daha iyi bir ‘entegrasyon’ sağlamanın yollarını bulması gereklidir”. Görüldüğü gibi burada da tamamen bilim-teknoloji-mekanikleşme ön plana alınmıştır. Bu metinde  etik, hak-hukuk, iletişim, empati-sempati, sanat, tarih, felsefe vb. hiçbir insani değer  yer almamıştır.  FDA’nın “National Center for Toxicological Research” raporunda FDA Biyofarmasötik Bölümü Başkan Yardımcısı Felix Frueh bakın ne güzel bir sorgulama yapıyor: “Neden bazı insanlar kanser olur da bazıları olmaz? Kanser bazısında neden daha saldırgandır? Neden bu ilaç sizde etkisini gösterir de beni etkilemez? Neden bir başkası için etkin dozun iki katına çıkması gerekir? Neden bazıları için standart dozun yarısı yeterli olur?” Bu sorgulamada insan faktörünün önemi vurgulanmakta,herkese aynı yüksek teknolojiyi uygulamanın, “tek boyutlu tıp” yaklaşımında bulunmanın  ne kadar doğru olduğu sorgulanmaktadır.  Hastalık yok hasta vardır” söylemini çöpe mi atmamalıyız.  Doğru zamanda, doğru hasta için, doğru yöntemle tanı koymak ve tedavi etmek için ileri teknoloji veya komplike yöntemler ne derece sağlıklıdır, sorgulamalıyız.  Uygun dozda, uygun ilaç ve uygun girişim uygulamak için mekanikleşmek şart değildir.  Sadece laboratuvar ve görüntüleme sonuçlarına bakarak tanı koyan bir hekim kuşağı geliştiğinin farkına varmak zorundayız. Eskiden biz hekimleri Hulusi Behçet’ler, T. Billroth’lar, Muzaffer Aksoy’lar, T.Kocher’ler yönlendiriyordu. Şimdi ise Storz’lar, Ausculap’lar, Siemens’ler, GE’ler, Ethicon’lar yönlendirmekte. İlk gruptakiler etiyle kemiğiyle, duygularıyla düşünceleriyle insandı. İkinci gruptakiler ise cıvatasıyla, çipleriyle, ekranlarıyla, voltajlarıyla cansız objeler, makineler, yani teknoloji.

 

İyi bir hekimin sanatçı yanının da kuvvetli olması gerektiğini ısrarla vurgulamaktayız, çünkü bir hekim ne kadar bilgili ve deneyimli olursa olsun, insanların, hastalarının, hasta yakınlarının duygu ve düşüncelerini anlamak, hissetmek, empati yapmak zorundadır. Hasta, hekim için, “19 numaralı hasta” değildir, olmamalıdır; “katarakt ameliyatı olacak hasta” değildir olmamalıdır, “pencere kenarındaki yatakta yatan diyabetli kadın” hiç değildir, olmamalıdır! Bu hastalar Ali Bey’dir, Ayşe Hanım’dır, Bay Çelik’tir, Bayan Çelik’tir. Bunlar anamız, babamız, yakınımız değildir belki ama onlar bizden sadece tedavi olmayı bekleyen insanlar da değildir. En insani değerler olan sevgi, şefkat, saygı, hoşgörü, samimiyet, dürüstlük, yardımseverlik, iyilik bekleyen insanlardır. Bize güvenen, en kutsal hakkı olan yaşama hakkını teslim eden insanlardır. Kendileriyle konuşulmasını ve dinlenilmesini beklemektedirler. Hatırlarının sorulmasını, sıkıntılarının olup olmadığının öğrenilmesini istemektedirler. Ellerinin tutulmasını, sırtlarının okşanmasını, ilaçların iyi gelip gelmediğinin, ağrılarının olup olmadığının sorgulanmasını istemektedirler. Mekanik doktor değil, tıp sanatını uygulayan hekim istemektedirler. Bu isteklerinin masum ve doğal olduğunun da bilincindedirler. Ama ne yazık ki, isteklerine yanıt verebilecek hekim sayısı azalırken mekanikleşen doktor sayısının artmakta olduğunun da farkındadırlar.

Ölümcül Hastalık Umutsuzluk” adlı eserinde Kierkegaard, “bir şeyden umutsuzluğa düşmenin gerçek umutsuzluk sanıldığı çağımızda, asıl umutsuzluğun insanın kendinden umutsuzluğa düşmesi olduğu” saptamasını hatırlatarak, tıbbın bu ölümcül hastalığının da çaresinin bulunacağı ve çarenin bizlerde, yine hekimlerde olduğuna dair umudumuzu koruduğumuzu vurgulayarak yazımızı noktalayalım.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder