İyice
baktım, Hollanda’daki kargalar da aynı, hırçın ve çirkin. Çıkardıkları “gak”
sesinin tonlaması bile aynı. Amsterdam kargaları sanki İstanbul kargalarıyla
aynı dil hatta aynı lehçede konuşuyorlar (!) Enteresan yaratıklar şu kargalar,
kapkara, sevimsiz hatta ürkütücü. Ama neden çocuklar kuş çizmeleri
söylendiğinde illa da karga resmi çizerler ? Kanarya, papağan, serçe, martı
varken neden karga ? Diyalektik bir durum, çirkinlik karşıtını kolay çizilirlik
olarak mı yaratıyor ?
Bir başka diyalektikten bahsedeceğim bugün. İyi ile kötünün zıt birlikteliğinden. Hollandalılar
1200’lerden başlayarak yeni bir ülke yaratmışlar. Bu ülkeyi yaratmak için adeta doğaya kafa
tutmuşlar. Deniz seviyesinin altında yer alan topraklarda, sularla
mücadele ederek, kanallar, barajlar ve bariyerler inşa ederek gerçekten
mühendislik harikası yaratmışlar. Doğa bir gün intikamını alırsa ne olacak ?
Halbuki 50-100 km içerilere hazır topraklara yerleşseler olmaz mıydı acaba ?
Aynı doğayla savaşı St. Petersburg’da da gördüm.
Her davranışlarında
ticaret, kar-zarar hesabı var Hollandalılar’ın. Buna karşın bazı davranışlarını
anlamlandırmak zor, örneğin mağazalar ve ticari mekanlar erkenden kapanıyor. Pazar günü alış-veriş neredeyse yok gibi. Hele lokantasını Pazar günü açmayan
Hollandalı’yı anlamak mümkün değil.
Paraya önem vermiyor desem değil, paranın canbazı olmuşlar. Tembellik
desem hiç değil, deli gibi çalışıyorlar. Oğlum’un bir tezi var, “çalışma dışında oturup düşünüyorlar, rönesans, aydınlanma gibi hareketler bu şekilde ortaya çıkıyor ” diye özetliyor tezini.
Sarfati
Park’ın karşısında tipik bir Hollanda evindeyim, oğlumun evinde. Daracık
kapıdan girip bir insanın ancak sığabildiği, bavulla çıkmanın büyük hüner
olduğu, Everest gibi dik merdivenlerden çıkarak eve girdiğinizde kendinizi
yüksek tavanlı, kocaman pencereli ferah bir odada buluyorsunuz. Pencereden baktığınızda sonbaharda Van Gogh sarısıyla
önünüzde park uzanıyor. Suni bir gölde siyah ve beyaz ördeklerin meydan
muharebesi var, ekmek kavgası, atılan bir parça ekmeği kapma mücadelesi.
Tempolu koşanlar, köpeklerini gezdirenler, yürüyüş yapanlar, yek vücut olup
gezenler, programsız bir resmi geçit gibi. Köpekler genelde serbestler,
sahiplerini üzmüyorlar, eğitimliler, “ağır abi” olanlar sahipleriyle yan yana
yürüyorlar, dünyada birçok halkın bulamadığı özgürlüğe sahipler burada. Kışın
ise bembeyaz bir örtü üstünde özgürce koşuşan sadece çocuklar değil, kar
sevincini çılgınca koşarak gösteren bir de köpekler var, göl donuyor ve üstünde
buz pateni yapanlar hünerlerini sergiliyorlar.
sarfati park
Sağ
köşedeki koltuğa el koydum, makam koltuğum o benim. Dışarıyı seyrediyorum.
Bisikletliler Çin ordusu gibi mübarek. Bir aşağıya bir yukarıya bisikletliler
akıyor. Her yaştan insan var üzerlerinde. Bisiklet
burada ayrı bir kültür. Arkada sepeti olan, ön veya arkada çocuklar için
oturma düzeneği olan, ama hepsi de sade, aksesuar olarak sadece takılması zorunlu olan
aydınlatma cihazı var, hemen hemen tamamı ikinci el. Bisiklet bir statü
göstergesi değil, ulaşım aracı. Hollandalı kadınların bisiklet sürüşleri de
kendileri gibi çok zarif. Hele kısacık etekle binenler var ya… Siyah külotlu çorap, mini etek ve bisiklet… Mükemmel
bir uyum. Herkes kurallara titizlikle uyuyor, ancak bisikletliler trafikte
ayrıcalıklılar. Hatta bir bisiklet teröründen söz edebilirim.
En
çok şaşırdığım manzaralardan biri, küçücük çocuklarını bisikletlerinin önündeki
oturağa oturtup rüzgara karşı korkusuzca giden kadınlar, anneler. O çocuk
üşümez mi, hasta olmaz mı? Olmuyorlar ki herkes aynı şeyi yapıyor diye kendi sorumu kendim cevaplıyorum. Biraz da utanıyorum, bu merhametli (!) düşüncem için. Genetik olarak üşümeye karşı kodlanmışlar bu Hollandalılar. Biz lahana gibi kat kat giyinip Amsterdam’ın soğuğuna
karşı koymaya çalışırken onlar bir gömlek veya takım elbiseyle dolaşıyorlar,
hem de yaşlısı, genci, çocukları hep birlikte.
Hollanda kadınları
gerçekten güzel ve bakımlılar. Aslında bu alanda İsveç kadınları uzak ara önde, ama
Hollanda kadınlarının solukları enselerinde bence. Belçika kadınları daha bir gösterişsiz,
sanırım Fransa ile komşuluklarının sonucu. Bira konusunda da Hollanda-Belçika
çekişmesi var, birbirlerinin biralarına açıktan çamur atıyorlar. Ben oyumu
Belçika biralarından yana veriyorum, bu arada çukulatada da Belçika’nın,
İsviçre’ye fark attığını söylemeden geçemeyeceğim.
Ve
geldim kronik bir soruna. Bir türlü anlam veremediğim batının tuvalet kültürüne.
Sadece Hollanda’ya değil tüm yurtdışı seyahatlerime 1-0 mağlup başlarım bu
tuvalet alışkanlığı yüzünden. Neden klozetlere bir “taharet musluğu” koymazlar
ki ? Bu basit düzenek ne kadar uygar ve
hijyenik bir uygulama sağlar, görmüyor mu batılılar, hatta doğulular ? Tuvalet ihtiyacı giderildikten sonra tene su
değmeden, kuru ve mekanik bir temizlik ile yetinmek ne biçim iştir ? Kabus
bence ! Sağlıklı temizlenmemenin yanı sıra tuvalet kağıdının tahrişi de cabası.
Efendim, her sabah duş alma alışkanlıkları yeterli oluyormuş. Hadi canım
sende…. Koy bir kısa musluklu boru klozetine, altın da temiz olsun gönlün de ! Acaba diyorum bu buluş (bilerek söylüyorum bu önemli bir buluştur) Türk’lere
ait olduğu için mi bir direnç var, bir aptal önyargı ? Yoğurdun bile halen Türk'lere ait olduğunu kabullenemiyenler
çoğunlukta ama yiyiyorlar, olsun klozette taharet musluğu uygulamasını da
kabullenmesinler ama uygulasınlar, razıyım.
Hollanda’da
paradoks gördüğüm bir husus da “coffeshop” dedikleri esrar ve
benzeri keyif verici maddelerin serbestçe satılıp kullanıldıkları mekanlar.
Özgürlük güzel şey mutlaka, gençlerin özgürlüğü ve yasa dışı yollara
sapmamaları için geliştirdikleri söyleniyor, ama bu yolla büyük bir turizm
geliri elde ettiklerini de saklamıyorlar. Genç nüfusun sağlığı için yararlı olmadığını söylemeye gerek
bile duyulmayacak bu uygulamadan para
kazanmak batı hümanizmi ile ters düşmüyor mu ?
Amsterdam’a gidince mutlaka Van Gogh müzesini
gezmelisiniz,
bu işi zamanın insafına bırakmamalısınız. Van Gogh, 1886 da başvurduğu doktor Hubert
Amadeus Cavenaille’e vizite parasını ödeyememiş karşılığında onun portresini
yapmıştır, keza aynı şekilde Dr Felix Rey’e de bir portresini yaparak hediye
etmiş ancak doktor bu hediyeyi beğenmediğinden bahçede kafes kapısı olarak
kullanmıştır, şimdi bu tablo Moskova’da Puşkin Müzesinde sergilenmekte ve paha
biçilememektedir. Dr Paul Ferdinand Gachet ise ressamı çok etkilemiştir.
Kardeşi Teo’ya yazdığı bir mektupta Dr Gachet için “gerçek bir dost, seninle birlikte ikinci bir kardeş” demiştir.
Gachet’i kendisi gibi sinirli ve tuhaf davranışları olan biri olarak
tanımlamaktadır. Van Gogh, Dr Gachet ile ilgili bir eskiz ve iki yağlı boya
resim yapmıştır. Bunlardan birisi “pipolu
adam” (L’homme A La Pipe) olarak
bilinmektedir ve Amsterdam’da Van Gogh Müzesinde sergilenmektedir.
Her sokakta
mutlaka en az bir tane bulunan kafelerden,
dinlenme ve huzur mekanlarından da söz edelim. Oturun insanları izleyin, bir
çay veya kahve ya da bir bira yudumlayın, yanına gerçek peynir kokusuyla gelen bir cheesecake
iyi gider. Bizim fazlasıyla alışık olduğumuz bahşiş kültürü buralara gelmemiş, gelmesin de, para üstü 1 euro bırakırsan nasıl
da gülüyor servis yapan genç kızlar, zaten güzeller, gülmek daha da
güzelleştiriyor onları, ben de “güzele bakmak sevaptır” diyen atalarımızın
sözüne uyma adına sevabına bahşiş
veriyorum....
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder