Sayfalar

16 Eki 2011

Tıp ve Sanat


Uğraş alanları ve hedefleri insan ve yaşam olan tıp ve sanat bazen yan yana bazen de yumak gibi iç içedir. Zaten tıp da bir sanat değil midir ? Hekim sadece bir teknisyen değil “estet” bağlamında bir sanatçıdır. Tıpta bilimsel kaygı yanında estetik kaygı da vardır. Bu konudaki düşüncelerimi “Çağdaş Türk Tıp Şiirleri-Seçki” adlı kitabımın  (TTB Yayınları-2003) önsözünde söyle özetlemiştim:  "...tıp yaşamla iç içe, hekimler ve hastalar yaşamın birer parçası. Böyle olunca da tıp ve hekimler sanatla yan yana. Hekimlikteki “ustalık” hastasının veya kendinden yardım isteyen insanların duygu ve düşüncelerini, acılarını ve beklentilerini anladığı ölçüde o hekimde anlam kazanır. Bunun için hekim duyarlı olmalıdır..." Bu bakış açısıyla aslında tüm hekimler sanatçıdırlar, veya iyi hekim olabilmek için sanatçı olmak gerekir diye düşünebiliriz. Bazı hekimler ise hekimlik sanatının yanı sıra edebiyat, plastik sanatlar veya diğer sanat dallarıyla da uğraşarak sanatçı kimliklerine kimlik katmaktadırlar, örneğin Anton Çehov hem hekim hem romancıdır, Behçet Aysan hem hekim hem şairdir,  George Chicotot hem hekim hem ressamdır. Bilim ve sanatta mükemmelliğe erişmiş olan Leonardo da Vinci bir hekim olmamasına karşın tıp ve sanatın birlikteliğini kanıtlarcasına eserler vermiştir.

Tıbbın bir sanat olduğunu ilk kez söyleyen Hipokrat (MÖ 460-377) sadece hekimlerin değil, tıp tarihinin ve tıbbın da babası kabul edilmektedir. MÖ V. yy'da tıbba yeni bir boyut getirmiştir. Gözlem ve mantığa dayalı tıbbi araştırmanın temelini atmış, tanrıları bir tarafa bırakmıştır. Hipokrat da bir asklepiadestir. Ancak çağdaşı Sokrat’tan etkilenen Hipokrat, asklepion’dan çıkarak “gezgin hekim” dönemini başlatmış ve tıbbın eski kurumsal yapısını dağıtarak geçimini tıptan sağlayan bir filozof olarak tarihteki yerini almıştır.


Iain Bamfoth’a göre tıp bir dizi tören, öğreti ve alıştırmadan oluşmaktaydı, bi nevi tedavi etme ya da arındırma tiyatrosuydu; hekim de sahnede, yaşamdaki herkes gibi rolünü oynamaktaydı. Moliere’in "Hayali Hasta" adlı eseri tıbbın, tiyatronun ve inancın bileşiminin etkileyici bir incelemesi niteliğindedir.

Sherlock Holmes” karakterinin yaratıcısı Arthur Conan Doyle, bir pratisyen hekimdir ve bu meslekten para kazanamayacağını anlayınca dedektiflik öyküleri yazmaya karar vermiş, hekimlerin kolay özdeşleştiği bir karakter yaratmıştır.

Stetoskopu bularak indirekt oskültasyonla tıpta çok önemli bir çığır açan Laënnec başarılı bir flütçü olmasaydı, müzikle olan ilişkisini hekimliğine yansıtmasaydı, basit bir cihaz olan stetoskopu keşfedebilir miydi? Veya bence dünyanın gelmiş geçmiş en büyük üç cerrahından birisi olan Theodor Billroth, acaba yakın arkadaşı ünlü besteci Bramhs’ın eserlerini dinleyip, bazılarını düzelterek geri verip, müzikle yorgunluğunu atıp dinlenmeseydi o muhteşem ameliyatları yapabilir miydi?

Bakın Friedrich Nietzche 1878’de “İnsanca, Pek İnsanca”da hekimler için ne diyor: “bir hekimin zihinsel güçlerinin en yüksek noktasında olmasının sebebi, sadece en son ve yeni yöntemleri beceriyle uygulaması ya da teşhis koyan hekimlerin ünlü yöntemleriyle, belirtilerden yola çıkarak sebeplere kolayca ulaşması değildir artık. Buna ilaveten herkesle kolayca uyum sağlayabilecek ve gerekirse karşısındakinin yüreğini kolayca söküp alabilecek türden bir hitap yeteneğine, melankoliyi yok edecek kadar cana yakınlığa, bir diplomatın arabulucuk yeteneğine, insan ruhunun sırlarını öğrenebilmek için bir dedektifin becerisine ancak bu sırlara ihanet etmemek için de bir avukatın anlayış yeteneğine, özetle bütün profesyonel mesleklerin beceri ve haklarına gereksinimi vardır.” Burada Nietzsche bir üstün insanı değil bir doktoru yani sanatçıyı tanımlamaktadır.




Wirginia Woolf “Hasta Olmak Üzerine” isimli denemesinde; hastalığın aşk, savaş ve kıskançlık gibi başlıca edebi temalar arasında bulunmamasını tuhaf bulmakta, insanın grip için ciltlerce roman, tifo için sayfalarca şiir, apandisit, kanser ve verem için methiyeler, diş ağrısına şarkılar yazması gerektiğini savunmaktadır. Ancak hastalıkları edebiyat konularından biri haline getirmemize engel olan en önemli nedenin dilin fakirliği olduğunu, Hamlet’in düşüncelerini veya Kral Lear’in trajedisini kelimelere dökebilen İngilizce’nin bir baş ağrısı veya üşütmeyi tanımlamada yetersiz kaldığını, dilin bir anda kuruyuverdiğini ileri sürmektedir. Tutkuların önem sıralamasının da yeniden yapılmasının şart olduğunu, insanın ateşinin kırk dereceye çıkınca aşkın tahtından inmesinin kaçınılmaz olduğuna, kıskançlığın ise yerini siyatik ağrısının acımasız pençelerine bırakması gerektiğine, uykusuzluğun kötü adam karakteriyle yer değiştirmesinin uygun olacağını savunmaktadır 1926’da W.Woolf.


İyi bir hekimin sanatçı yanının da kuvvetli olması gerektiğini ısrarla vurgulamaktayız, çünkü bir hekim ne kadar bilgili ve deneyimli olursa olsun, insanların, hastalarının, hasta yakınlarının duygu ve düşüncelerini anlamak, hissetmek, empati yapmak zorundadır. Bütün bunları yapabilmesi için o hekimin doğan güneşi görmesi, yağan yağmurdan sonra toprağın kokusunu duyması, şehirleri gezip görmesi, kırlardaki çiçeğin arıyla dansını seyretmesi, doğayla tek vücut olması gerekir. Bunun tersi ise; iyi bir sanatçı doğuran kadının acısını hissetmeli, doğan bebeğin dünyaya geldiğini haykıran ağlamasını duymalı, ölen yavrusunun başındaki babanın sessiz ama volkan gibi kabaran çığlığını farketmeli, komadan çıkan bir insanın ilk gülüşünü, ilk el hareketini, yataktan çıkarak attığı ilk adımı görmelidir.



Şiir sanatı poetika’da duygu, düşünce, sezgi, düş kurma, hayal kurma, tema, çağrışım, metafor, vurgu ve ritm vardır. Aynı kavramlar tıpta da yok mu? Sezgi, düşünce, duygu ve ritm, klinik uygulamanın ana öğeleri değil mi? Rainer Marie Rilke şiirde mısralar insanların düşündükleri şekilde hisler değil, deneyimlerdir” der. Şair bir mısra için bir çok yer görmeli, sokak gezmeli, insanlar tanımalı, hayvan sevmeli, eşyalara dokunmalıdır. Tıpkı bir hekim gibi.... Amerikan tıp eğitiminin kurucularından William Osler, “cehalet sislerini sadece saf bilgi dağıtabilir; bilgi de, seyahat ederek veya farklı ülke edebiyatıyla içli dışlı olarak kazanılabilir” demektedir.

Şiirler bazen sitem doludur bazen umut. Örneğin Bertolt BrechtBir İşçinin Hekime Çektiği Söylev adlı şiirinde sınıf düşmanı kabul ettiği hekimleri hedef alan sitemli hatta ajitatif ama estetik etki uyandıran dizelerinde şöyle der:


Bizi hasta eden nedir, biliyoruz.
Hastalandığımızda diyorlar ki,
Bizi iyileştirecek olan sizmişsiniz.
Duyduğumuza göre, on yıldır,
Masrafları halktan çıkan
Seçkin okullarda tedavi etmeyi öğrenmişsiniz.
Ve öğreniminiz için
Bir servet harcamışsınız.
Demek ki iyileştirebilirsiniz bizleri.
İyileştirebilir misiniz bizi?
Karşınıza çıktığımızda
Paramparçadır giysilerimiz,
Baştan aşağı dinlersiniz çıplak bedenimizi.
Hastalığımıza gelince
Paçavralarımıza bir bakışta
Anlaşılır sebebi.
Aynı şeydir eskiten
Hem bedenlerimizi, hem giysilerimizi.

(...)

Bize ne kadarını ayırabilirsiniz vaktinizin?
Görüyoruz: dairenizdeki bir halı bile
Beş bin vizitede kazandığınızdan, daha pahalı
Şüphesiz iddia edeceksiniz, masumiyetinizi.
Evimizin duvarındaki
Rutubetli leke de
Anlatır aynı hikayeyi”




Susan Valandon  DÜŞÜK


Bu dizelere karşı Nazım HikmetMesaj isimli şiirinde umut dağıtır bir hekim duyarlılığıyla:


Hastalar
Kardeşlerim
İyileşeceksiniz.
Ağrılar, sızılar dinecek
Yumuşak, ılık.
Bir yaz akşamı gibi inecek
Ağır, yeşil dalların ardından rahatlık.
Hastalar, kardeşlerim,
Biraz daha sabır, biraz daha inat.
Kapının arkasında bekleyen ölüm değil, hayat.
Kapının arkasında dünya, dünya cıvıl cıvıl
Kalkacaksınız yatağınızdan,gideceksiniz.
Tuzun, ekmeğin, güneşin tadını 
yeni baştan keşfedeceksiniz.
Sararmak limon gibi, mum gibi erimek,
devrilmek kof bir çınar gibi ansızdan,
kardeşler, hastalar,
biz ne limonuz, ne mum, ne çınar.
Biz insanız çok şükür
çok şükür biliriz,
ilacımıza
umudu katmasını
”yaşamak gerek” diyerek
ayak direyip
dayatmasını
Hastalar,
kardeşlerim
iyileşeceksiniz
Ağrılar,sızılar dinecek,
Yumuşak, ılık bir yaz akşamı inecek,
ağır yeşil dalların ardından rahatlık.”


Tıp tarihinde "sanat" bazı gerçekleri de ortaya çıkarmış, unutulup yok olmasını önlemiştir. Fransız edebiyatında bir büyük isim, bir doktor olan Louis Ferdinand Celine, 1924 yılında tıp doktorluğu tezini yazmıştır. Bu tezin adı Semmelweiss”dır. Evet tanıdığımız bir isim, Macar kadın-doğum uzmanı Ignaz Philiph Semmelweiss (1818-1865). Çalıştığı Viyana hastanesindeki doğum koğuşunda, doğum sonrası ölümlerin çokluğunu sorguladı, bunların otopsilerine girdi, 1847’de meslektaşı Kolletschka’nın böyle bir hastanın otopsisi sırasında elini bistürüyle kesmesinin hemen ardından yüksek ateş ve septisemiden ölmesi üzerine meslektaşına yapılan otopsiye girerek onda da doğum sonrası ölen kadınlardakinin aynı otopsi bulgularını gördü ve bistürinin enfeksiyona aracı olduğunu anladı. Bunun üzerine bazı kurallar koydu; hasta ziyaretlerinden önce eller sıkıca yıkanıyor, koğuşlar her gün kalsiyum klorür ile temizleniyordu. Sonuç mükemmeldi, enfeksiyon nerdeyse kalmamıştı. Bu bulgularını Viyana’da açıkladı, tüm meslektaşlarının hücumuna uğradı ve sonuçta işten çıkarıldı. Budapeşte’ye döndü, orada benzer uygulamalarla mükemmel sonuçlar aldı. Çalışmaları ancak 20 yıl sonra kabul gördü. Semmelweiss 47 yaşında yokluk ve yoksulluk içinde çıldırarak öldü.




Semmelweiss

Resim sanatında tıp denilince 17. yüzyıl Hollandalı ressamlar akla gelir. Bunlardan en meşhur olan eserlerden biri “Dr. Nicolaes Tulp’un Anatomi Dersi”dir (Rembrandt, 1632). Bu meşhur resmi yaptığında ressam henüz 26 yaşındaydı. XVII. yüzyılda grup resimleri yükselen orta sınıfın simgesi durumundaydı. Resmin yapıldığı zaman 39 yaşında olan Dr. Tulp, Amsterdam’ın tanınmış bir cerrahı ve anatomistiydi. Bu ısmarlama resimdeki 7 kişiden sadece ikisi doktor, diğerleri Amsterdam’lı zengin burjuvalardı. Ceset silahlı soygundan hüküm giyip asılan Aris Kindt’e ait. Tulp’un kafasında toplumdaki seçkin yerini simgeleyen şapkası vardır. Kadavranın bedeninden yayılan çiğ ışık rengi dikkat çekicidir. Resmin gerçek bir anatomi dersi olmadığı açıktır. Ne karın ne göğüs bölgesi açılmamıştır. Sadece kolun dirsekle bilek arasındaki bölümü kesilmiştir. Çünkü resim ısmarlamadır, karın açılırsa organlar çabuk çürüyeceğinden istenilen resim bitirilemeyebilir. Dr. Tulp, sağ elindeki forsepsle kasın bir bölümünü kaldırmaktadır. Bu tuttuğu yapılar flexor digitorum superfacialis’tir. Niye bir işaret sopasıyla göstermemiştir, forsepsle kaldırmıştır? Bu sorunun cevabı Dr. Tulp’un sol elindedir. Tuttuğu yapılar sol elin şeklini vermektedir. Öndeki iki kişi yani hekimlerden soldaki büyük bir dikkatle kadavranın ön koluna bakarken sağdaki ise gözlerini Dr. Tulp’un sol eline dikmiştir. Bu kişinin elinin durumu da sanki olacağı onaylarmış gibidir.


İşte sanat, işte tıp...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder