Hayata tutunmak, hayata yeniden başlamak, hayatı ıskalamak, hayattan
kaymak, hayata çalım atmak, hayatı ciddiye almak, hayatla dalga geçmek…. İnsanlar
hayata dair farklı refleksler
geliştirmişlerdir. Yaşadıkları duygular veya karşılaştıkları olaylar
doğrultusunda yukarıda adı konmuş durumlardan bir tanesini seçerler veya seçmek
zorunda kalırlar.
17 Ağustos 1999 Marmara depreminden
sonra televizyonlarda izlediğim bir manzara gözümün önünden gitmiyor. Genç bir
adam enkaz üstünde oturmuş sürekli “ben şimdi hayata neresinden başlayacağım”
diyordu. Bu genç adam eşini, çocuklarını , belki de başka yakınlarını, evini,
malını, mülkünü, işini o sayılı saniyelerde kaybetmiş, hayata tutunmaya çalışıyordu. Hayata nereden
başlayacağını çaresizce de olsa sorguluyordu. O adam zoru seçmişti, kolaya kaçmamış, hayattan
kayıp gitmek yerine ona tutunmayı
yeğlemişti. Deprem felaketinde çok sayıda aile parçalandı, insanlar sevdiklerini enkazın altında yitirdi.
Azimleri ve yaşama olan bağlılıklarını
kaybetmeyişleri onların hayata tutunmalarını sağladı.
Oysa yaşamın bir başka sahnesinde binlerce insan, çeşitli ruhsal
sıkıntılarla boğuşuyor. Ya hayatlarında yerine birşey koyamadıkları koskocaman “hiçlik”ten
bunalıyorlar, yahut da bir türlü olmak istedikleri yerlere, varmak
istedikleri hedeflere, yakalamak istedikleri kişilik özelliklerine
ulaşamadıkları ve ulaşamayacakları hissiyle dolu olarak, hayattan usulca kayıp
gidiyorlar.
Sosyal yaşama uyum, eş ve iş ilişkileri, aşk ilişkileri, statü endişesi, işyerindeki acımasız rekabet, siyasi veya
ahlaki fikir ayrılıkları, sevdiklerimizi
kaybetme, dostlukların dönüşümsüz sonlanması, kaybedilen-kazanılan değerler arasındaki
uçurum, toplumun yargılarıyla bireysel yargıların çatışması ve daha birçok neden… Bunların hemen hemen hepsi birer yüktür insana. Herbiri başlıbaşına birer travmadır.
Bu yüklere, travmalara karşı dirençli olmayı, ayakta durmayı ve hayatta
kalmayı denemek zorundayız. Buna hayata
tutunmak diyoruz. Aksi ise teslim olmak,
direnmemektir ki, buna da hayattan kaymak diyoruz. Hayattan kaymak ona tutunmaktan çok daha
kolaydır, bırakıverirsiniz sadece… Belki itile-kakıla
hayatı iyice öğrendik, belki güven duygumuzu kaybettik ya da kaybetmeyi çok erken öğrendik. Budur
hayattan kayıp gitmenin bir nedeni belki de.
Aslında
hayata başlarken eşit başlanmıyor, hayat yarışında aynı çizgiden yarışa
girilmiyor. Bedenen sağlam olanlar fiziksel engeli olanlara, varlıklılar
yoksullara, kolejde okuyup yabancı dil öğrenenler tek derslikte veya taşımalı eğitim görenlere, sanayi ve kültürel olarak
gelişmiş bölgelerde doğanlar geri kalmış bölgede doğanlara göre yarışa hep bir
adım önde başlamaktadırlar, ama yarışı her zaman önde başlayanlar kazanmıyor ki
!!!
Hayatımızın merkezine sürekli başkalarının onayını, güvenini, sevgisini ya da beğenisini kazanmayı
koyduğumuz zaman bunların bir nebze eksilmesi halinde kolaylıkla mutsuz olacağımızı
görmemiz gerekir. Karamsarlıktan
sıyrılıp pozitif bir enerji duyacak bir uğraş, bir hobi bulmalıyız. Bu yeri
gelince bir sanat dalı olabilir, bir spor uğraşı olabilir, güç kuvvet de
isteyebilir, beceri de. Ama hepsinden önce yüreğinizle yapmanız gerekiyor bu
işi. Çünkü
akıl ne derse desin, yürek istemedi mi, çok zordur başarılı olmak. Yüreğinizi
güçlü kılan ise özgüvendir.
Özgüvenimiz
olmadığında gerekli beceriye ve deneyime sahip olduğumuzu bilsek dahi, önceden
hiç yapmadığımız bir işle karşılaştığımızda endişe duyarız, özellikle karar
vermede zorlanırız. Özgüven değişkendir, bazen kendimizi daha güvenli ve güçlü,
bazen de zayıf ve güvensiz hissederiz. Eğer huzurlu ve güvenli bir yaşam sürmek yaşamınızda bir öncelikse
sadece becerili ve yetenekli olmanız yetmez, bu yeteneklerinize sahip çıkmanız,
becerilerinizi sergilemeniz de gereklidir. Özgüveni artırmanın bir yolu da,
yaşamdaki başarılarımızı hatırlamaktır.
Uzun sayılabilecek
mesleki yaşamımın son yıllarında genç doktorların gittikçe yükselen bir grafik
tablosu içinde mutsuz olduklarını, bunların azımsanmayacak bir kısmının ise
umutsuz oldukların gözlemlemekteyim. Bu meslektaşlarım hayata tutunmakta
zorlanıyorlar. Geçim sıkıntıları, meslekte bekledikleri saygın ortamı bulamama,
nitelikli bir tıp eğitimi gör(e)memenin ezici baskısı, yaz-boz tahtasına
dönüşen zorunlu hizmet, gece değişip sabah uygulamaya konulan genelgeler,
siyasi kararlar karşısında yorgun düşüş, yetkililerin hekim karşıtlığı
söylemleriyle artan fiziksel saldırılar, uzmanlaşmadaki çarpıklıklar ve bunlar
gibi onlarca neden sayabiliriz bu olumsuz gidişe neden olan. Bu genç hekimleri hayata asılmamakla suçlamak
biraz haksızlık değil mi? Bir tarafta “bıçak-yatış parası” gerçeğine objektif
ve tarafsız yaklaşmaktan çekinen mesleki korumacılık, diğer tarafta sözüm ona
“bıçak parasını önleme projesi” ile ortaya çıkan ancak bu projeyi vulgar bir söylemle hekim düşmanlığına
dönüştüren bir anlayış tabak gibi gözümüzün önünde duruyorken bu genç
doktorlar hayata asılmayı ne derecede isteyebilirler ki ?
Zaman zaman
çok umutsuzluğa kapıldığımız, bir işten, bir eşten, hatta yaşamdan bunaldığımız anlar olur ve bir
çıkış ararız. Sıkıntılarla baş edemeyeceğimizi düşündüğünüzde, çaresizlik
içinde kıvrandığınızda, sığınacak bir liman aradığınızda Andre Gide’in sözünü hatırlayın, "açılmamış
kanatların büyüklüğü bilinmez” ! Siz de açın kanatlarınızı, görün onların
büyüklüğünü, çırpın onları yavaş yavaş, havalanın gökyüzüne, ruhunuzun
özgürlüklerini götürün güzelliklere ve umuda, tutunun hayata, hem de sıkı sıkı.
Nazım Hikmet’in söylediği gibi ;
Yani öylesine
ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklarına filan kalır diye
değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme
inanmadığın için,
yaşamak,
yani ağır bastığından.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder