Vefa
bir borçluluk hissidir, sevgiyle bağlı olmadır, sevgiyi sürdürmedir, hatır
bilmektir. Güvenle birliktedir, zor
kazanılır ve kolay kaybedilir. Bazen tam da ona ihtiyacınız olduğu bir anda
ortaya çıkar, bazen de beklersiniz gelmesini, Godo’yu bekler gibi. Vefa değerli birisini kaybettikten sonra aklımıza
gelen bir duygudur. Önemli olan insanlara yaşarken de vefa göstermektir. Ama
genelde bu duygu ölümden sonra ortaya çıkıyor nedense.
Aslında vefayı hak ettiğine inanarak başkasından beklemek, istemek ayıptır, hatta hak eden birisine karşı vefa duymamaktan bile daha çok ayıptır. O zaman bu yazıyı neden yazıyorum ki , ayıp ettiğimi bile bile … Vefa günümüzde gittikçe kaybolan insani bir duygudur, insan ilişkilerinde yoğun yaşanılması gereken bu duyguyu sadece hatırlatmak istedim, çünkü vefa göstermemek, vefasızlık çok kolaydır, unutuverirsin gider...
Vefasızlığın örneklerini siyasetten sanata, tıptan günlük yaşamda her alanda görmekteyiz. Bu konuda Semmelweiss’ın hazin öyküsünü hatırlarım her zaman. Macar kadın-doğum uzmanı Ignaz Philiph Semmelweiss (1818-1865). Çalıştığı Viyana hastanesindeki doğum koğuşunda, doğum sonrası ölümlerin çokluğunu sorgular, bunların otopsilerine girer, 1847’de meslektaşı Kolletschka’nın böyle bir hastanın otopsisi sırasında elini bistüri ile kesmesinin hemen ardından yüksek ateş ve septisemiden ölmesi üzerine meslektaşına yapılan otopsiye girerek onda da doğum sonrası ölen kadınlardakinin aynı otopsi bulgularını görür. Bistürinin enfeksiyona neden olduğunu anlar. Bunun üzerine bazı kurallar koyar; hasta ziyaretlerinden önce eller sıkıca yıkanıyor, koğuşlar her gün kalsiyum klorür ile temizleniyordu. Sonuç mükemmeldi, enfeksiyon nerdeyse kalmamıştı. Semmelweis bu bulgularını Viyana’da açıklar, ancak meslektaşlarının hücumuna uğrar ve sonuçta işten çıkarılır. Budapeşte’ye geri döner, orada da benzer uygulamalarla mükemmel sonuçlar elde eder, ve 1861’de “die aetiologie der Begriff und die Prophylaxis des Kindbettfiebers” isimli çalışmasını yayınlar. Orada da meslektaşları tarafından dışlanır. Çalışmaları ancak 20 yıl sonra kabul görür. Semmelweiss 47 yaşında yokluk ve yoksulluk içinde çıldırarak bir hastanede ölür. Öykümüz böyle, neyse ki Fransız Edebiyatı’nda önemli bir isim aynı zamanda bir tıp doktoru olan Louis Ferdinand Celine, 1924 yılında tıp doktorluğu tezini “Semmelweiss” üzerine yazarak bir vefa borcunu dünya tıbbı adına ödemiştir.
Başka bir örnekten de bahsetmek istiyorum. Amerika’da Boston tıp Fakültesinde ünlü cerrah Warren’in yaptığı boyundan bir tümör çıkarılması sırasında 16 Ekim 1846’da eterin ilk kez W.T Green Morton tarafından kullanıldığı yakın zamana kadar kabul görüyordu. Ancak eteri ilk klinik kullanıma sokan kişinin Dr. Crawford Long olduğu ortaya çıkınca vefa örneği gösterilip adına anıt dikilmiş ve eteri kullandığı 30 Mart 1842 tarihi Amerika’da “doktor günü” olarak kutlanmaya başlanmıştır.
Ülkemizde Cemil Topuzlu Paşa’ya gösterilen vefa iyi bir örnektir, ancak aynı vefa Türk Tıbbını uluslararası tıp camiasında çok daha fazla tanıtan kendi adıyla anılan hastalığı bulan Hulusi Behçet’ten esirgenmiştir. Bu büyük bilim insanı adına kurulmuş ne bir vakıf, adı verilmiş ne bir cadde, ne bir ulusal kütüphane ne de bırakın Tıp Fakültesini bir Yüksek Okul veya Enstitü yoktur.
Aslında vefayı hak ettiğine inanarak başkasından beklemek, istemek ayıptır, hatta hak eden birisine karşı vefa duymamaktan bile daha çok ayıptır. O zaman bu yazıyı neden yazıyorum ki , ayıp ettiğimi bile bile … Vefa günümüzde gittikçe kaybolan insani bir duygudur, insan ilişkilerinde yoğun yaşanılması gereken bu duyguyu sadece hatırlatmak istedim, çünkü vefa göstermemek, vefasızlık çok kolaydır, unutuverirsin gider...
Vefasızlığın örneklerini siyasetten sanata, tıptan günlük yaşamda her alanda görmekteyiz. Bu konuda Semmelweiss’ın hazin öyküsünü hatırlarım her zaman. Macar kadın-doğum uzmanı Ignaz Philiph Semmelweiss (1818-1865). Çalıştığı Viyana hastanesindeki doğum koğuşunda, doğum sonrası ölümlerin çokluğunu sorgular, bunların otopsilerine girer, 1847’de meslektaşı Kolletschka’nın böyle bir hastanın otopsisi sırasında elini bistüri ile kesmesinin hemen ardından yüksek ateş ve septisemiden ölmesi üzerine meslektaşına yapılan otopsiye girerek onda da doğum sonrası ölen kadınlardakinin aynı otopsi bulgularını görür. Bistürinin enfeksiyona neden olduğunu anlar. Bunun üzerine bazı kurallar koyar; hasta ziyaretlerinden önce eller sıkıca yıkanıyor, koğuşlar her gün kalsiyum klorür ile temizleniyordu. Sonuç mükemmeldi, enfeksiyon nerdeyse kalmamıştı. Semmelweis bu bulgularını Viyana’da açıklar, ancak meslektaşlarının hücumuna uğrar ve sonuçta işten çıkarılır. Budapeşte’ye geri döner, orada da benzer uygulamalarla mükemmel sonuçlar elde eder, ve 1861’de “die aetiologie der Begriff und die Prophylaxis des Kindbettfiebers” isimli çalışmasını yayınlar. Orada da meslektaşları tarafından dışlanır. Çalışmaları ancak 20 yıl sonra kabul görür. Semmelweiss 47 yaşında yokluk ve yoksulluk içinde çıldırarak bir hastanede ölür. Öykümüz böyle, neyse ki Fransız Edebiyatı’nda önemli bir isim aynı zamanda bir tıp doktoru olan Louis Ferdinand Celine, 1924 yılında tıp doktorluğu tezini “Semmelweiss” üzerine yazarak bir vefa borcunu dünya tıbbı adına ödemiştir.
Başka bir örnekten de bahsetmek istiyorum. Amerika’da Boston tıp Fakültesinde ünlü cerrah Warren’in yaptığı boyundan bir tümör çıkarılması sırasında 16 Ekim 1846’da eterin ilk kez W.T Green Morton tarafından kullanıldığı yakın zamana kadar kabul görüyordu. Ancak eteri ilk klinik kullanıma sokan kişinin Dr. Crawford Long olduğu ortaya çıkınca vefa örneği gösterilip adına anıt dikilmiş ve eteri kullandığı 30 Mart 1842 tarihi Amerika’da “doktor günü” olarak kutlanmaya başlanmıştır.
Ülkemizde Cemil Topuzlu Paşa’ya gösterilen vefa iyi bir örnektir, ancak aynı vefa Türk Tıbbını uluslararası tıp camiasında çok daha fazla tanıtan kendi adıyla anılan hastalığı bulan Hulusi Behçet’ten esirgenmiştir. Bu büyük bilim insanı adına kurulmuş ne bir vakıf, adı verilmiş ne bir cadde, ne bir ulusal kütüphane ne de bırakın Tıp Fakültesini bir Yüksek Okul veya Enstitü yoktur.
Sokrat’a (MÖ 470-399) Atina’lı gençlerin ahlakını bozmak ve
Atina tanrılarına inanmamak suçuyla ölüm cezası verildiğini bilirsiniz. Yetmiş yaşındaki filozof cezasının yerine
getirilmesi için götürülürken karısı arkasından bağırır. “ sana haksızlık ettiler”. Sokrat karısına döner : “sus öyle söyleme ya haklı olsalardı ?” Nereden
mi hatırıma geldi bu anekdot ? Bilmem ! Öylesine işte….
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder